Kamuoyu oluşturucular harekete geçtiler; maşallahları var, geçim derdine düşmüş halkımıza bir de seçim derdi yüklemek için dört koldan çalışıyorlar. Adaylar geçidi başladı; köpürten köpürtene. Millet ittifakı hedefte, içerden dışardan vuran vurana. İçerden vuranların elindeki sanırsın tokaç; Millet İttifakı üzerindeki kirden pastan kurtulamaz ise maazallah sandıktan yine Erdoğan çıkarmış ki zaten oyları Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle artışa da geçmiş, bir de sahaya indiğinde, aman of… Yine bir sandık yenilgisi yaşamak işten bile değilmiş…

Oysa hemen herkesin yanıtını verdiği ya da gecikmeden yanıtlanmasını istediği soru, -ki bu yazının da başlığıdır-, önümüzdeki seçimlerin yüklendiği anlamlar bakımından yanlış bir sorudur. Zira yanıtı beklenen soru sandıktan kim değil, ne çıkacak, sorusudur.

Seçim sandığının yasal anlamı ile fiili anlamı arasındaki mesafenin bu kadar açıldığı bir seçimi Türkiye daha önce yaşamadı. Sandığın resmi anlamı, malumunuz, iktidar koltuğuna kimin oturacağı ile sınırlı. Meseleye sadece bu zaviyeden bakanlar için sandıktan kimin çıkacağı tayin edici bir önem taşıyor. İktidarın en güçlü adaylarından Millet İttifakı, ittifak zeminine “güçlendirilmiş parlamenter sistemi” yerleştirdiği için hükümet sistemi değişikliği de bir olasılık olarak sandıkta yer alıyor. Dolayısıyla seçim sonuçları resmi olarak Türkiye’yi kimin, nasıl yöneteceği ile ilgili sonuçlar verecektir. Oysa sandığa gidecek milyonlarca seçmen bakımından yanıtı aranan esaslı bir soru daha vardır: O da bu coğrafyada hangi rejim ilkeleri altında nasıl yaşayacakları, sorusudur.

Seçim sürecinin içeriğini, Türkiye kim tarafından ve nasıl yönetilecek sorusuyla sınırlandıranlar sandığa siyasetçi-yönetici-sermaye sahibi (ki bu üçü bir aradanın siyaset bilimindeki adı oligarşidir) zaviyesinden bakmış oluyorlar. Oysa seçim sandığına, sıradan insanlarının zaviyesinden, aşağıdan bakanlar için yukardaki soruları da kuşatacak şekilde seçim süreci, bu topraklardaki yaşamın hangi asli kaideler etrafında şekilleneceği mücadelesine tanıklık etmektedir.

Memlekette maddi yaşamın en ince arterlerinde bu mücadele verilmektedir. Sorun, kora kor süren bu kavganın siyasi temsili sorunudur. O nedenle “Millet İttifakı ense yapıyor, boş tencere iktidar devirir önermesini terennüm ederek, armut piş ağzıma düş rehavetine kapılıyor, kararsız bloğu bu nedenle ‘Arafta’ beklemeyi sürdürüyor” yönündeki eleştirilerin bir önemi yoktur. Ayrıca isabetli de değildir, zira Millet ittifakı ülkeyi nasıl yöneteceğini, ayrıntılı bir şekilde anlatıyor zaten. Oysa halk nasıl yönetileceğinin değil, nasıl yaşayacağının yanıtını arıyor. Bu seçim özelinde sandığa atılacak oylarda, kim tarafından nasıl yönetileceğim tercihi değil, nasıl yaşayacağım tercihi belirleyici olacaktır.

Bu coğrafyada yaşayan insanları yeniden bir toplum haline hangi norm ve değerler getirecektir? İnanç ve ırk temelli korkularımız mı? Yoksa bir arada yaşama arzumuzun ateşlediği umutlar mı? İktisadi buhranın orta yerindeki seçmen sorusu bellidir: Cebimizdeki paradan bağımsız olarak insan onuruna yaraşır bir hayat sürebilecek miyiz? Nasıl? Özetle bu seçimde; siyasi rejim, hükümet sistemi ve hükümet katmanları iç-içe geçmiş durumdadır. Bu koşullarda emekçi sınıfların seçim çağrısı şöyle de ifade edilebilir: Eşitlikçi, özgürlükçü ve seküler değerleri toplumsal etkileşimimizin örgütleyici ilkesi bilenler, saflara!

İyi ki doğdun BirGün….

18 yıl geride kalmış, 2004’ün 14 Nisan’ında yayın hayatına başlayan BirGün’de de köşe kapmış bir kalem olarak ilk yazıma şu notu düşmüştüm: “Yaşam ki; birgün mutlaka’nın iradeciliği ile belki birgün’ün kendiliğindenciliği arasında salınıp durur, o yaşama işçi sınıfını yeniden dahil etmek bu köşenin sorumluluğudur.” O sorumluluğu ne ölçüde yerine getirdiğim tartışılır ama tartışılmaz olan bir hakikat varsa o da şudur ki; BirGün gazetesi 18 yıl boyunca emekçi sınıfların sesi soluğu olmuştur. Teşekkürler BirGün, iyi ki doğdun.