Başkent Viyana’ya bu yakınlarda tekrar gittim. Beni tedirgin eden, belki de ürküten demeliyim, bir yanı var. Her taraftan görkemli binalar taşıyor. Oysa Freud’un şehri Viyana

Şans mı zorunluluk mu?

1
Viyana’da doğmuş mutlu bir çocuk Eric R. Kandel. Babasının oyuncakçı dükkânı var. Çok varlıklı bir yaşam değilse de sürdükleri, eş dostla iyi vakit geçirilen günler. Akrabalar, arkadaşlar, güvenli bir ortam. Ta ki bir gece vakti kapıları çalınıp, babası evden apar topar götürülene dek. Viyana sokaklarında Nazi askerlerinin ayak sesleri artık evlere dolmakta…

Çok sevdiği bir oyuncak arabası var Kandel’in. Evlerini hemen boşaltmak zorunda kaldıkları için, onu yanına almayı ya akıl edemiyor ya da fırsat bulamıyor. Yirminci yüzyılın başında doğmuş olsanız ve artık doksanlara dayansanız da o oyuncak sizle büyür ve silinmez zihninizden… Profesör olursunuz oyuncak araba aklınızdadır. Pahalı bir araç edinir, her konfora sahip olursunuz, yine de o unutulan araba silinmez bellekten… Bellek bu işte… Anlaşılması güç bir durum bu!

Kandel talihli çocuklardan. Bir süre sonra babasına kavuşuyor, ABD yolculuğu için biletler alınıyor, güç olsa da yeni bir yaşam başlıyor. Çalışkan, disiplinli bir öğrenci…
Hiç aklında olmadığı halde hekimliğe düşüyor yolu. Ama “o araba nasıl olur da zihnime kazılı kalır?” sorusunu hep aklında. Belleğin peşine düşme arzusu o Nazi günlerinden kalma… Elimde “Belleğin Peşinde” adlı mükemmel yapıtı… Bugüne dek okuduğum bilim kitaplarından çok farklı. Hem bir yaşamöyküsüne tanıklık ediyor hem de yavaşça belleğin gizini çözmeye başlıyor okur. Sarsıcı.


2
Viyana’ya bu yakınlarda yine gittim. Beni tedirgin eden, belki ürküten demeliyim, bir yanı var. Her taraftan görkemli binalar taşıyor. Heybetli yapılar imparatorluk mirası, hepsi iktidar gücünü simgeler halde.
Oysa Freud’un şehri Viyana… İnsanlığın en büyük sırrını fark etmiş, keşfedilmesi için öncü, radikal adımlar atmış bir adamın şehri. O da bir hekim, lâkin zihnin gizini erkenden fark ediyor, bilinci, bilinç dışıyla birlikte sorgulamayı ilk akıl eden.

Yazdıklarıyla neden uzak görüşlü olduğunu anlıyoruz. Kandel de elbette Freud’la koyuluyor yola. Freud’un soruları, açılamaları sarsıcı…

sans-mi-zorunluluk-mu-256832-1.

Kandel’e sorarsanız, eğer Freud’un ömrü yetse, yirmi birinci yüzyılın yeni keşfi “Zihin Bilimi”nin babası olurdu. İnsan davranışlarının nasıl oluştuğu, duyguların, isteklerin nasıl gerçekleştiği muamması yavaş yavaş çözülmekte! İşin ilginç yanı, bu davranışların bulaşıcı bir yanını da öğreniyoruz. Toplum dediğimiz karmaşık yapının, ne denli güdüyle, ilkel davrandığını da anlıyoruz.

İnsanlığın en büyük dehalarından biridir Freud. Kimilerinin saldırgan eleştirilerine karşın, bugün ufkumuzu açan, en temel soruları sormuş bir büyük deha!

Hitler, Avusturya’yı işgal etmek için son uyarıyı verdiğinde, karşısında direnç gösterecek bir halk olacağını sanıyor. Ama yanılıyor. Naziler Viyana’ya ayak bastığında alkışlanıyor, yeraltından binlerce Nazi fışkırıyor sanki. Peki, bu nasıl oluyor? George Berkeley’den alıntılıyorum;

“11 Mart Cuma günü ülkenin büyük gazetelerinden Reischpost, Schuschnigg’i destekliyordu. İki gün sonra aynı gazete ön sayfasında, “bütünleşmeye doğru” başlıklı bir başyazıyla çıktı; yazıda denildiğine göre “Adolf Hitler’in dehası ve kararlılığı sayesinde, tüm Almanların birleşmesinin saati” gelmişti.” (Belleğin Peşinde)

Hitler derin hasta. Tüm diktatörler gibi. Milyonlar nasıl aynı hastalığa tutulur, asıl soru bu!


3
Zihnimizin olanakları ve işleyişine dair çok az şey biliyoruz hâlâ. Ancak tutulan yol doğru ve sis perdesini aralamış durumda. Bilimci değilim. Büyük romancıların bu gizi fark edip kalem oynattıklarının da ayırdındayım elbet.

Dostoyevski’yi bunca büyük kılan da bu değil midir? İçinde büyük sancıyla kıvrandığı ruhsal açmazlarını, daha önce görülmemiş zenginlikte tahlil edip, önümüze seriyor. Her romancı bayağı ileri derecede psikanalist… Şimdi biyolojinin yeni alanıyla birlikte yepyeni bir edebiyat kurulacak. Belki de şiir öne çıkacak.

Darwin’le tanışınca tanrıdan vazgeçmek zorunda kalan insanlık, bu yeni bilimle birlikte yeni bir denge bulmak zorunda. Yeni bir hukuk gelişecek muhtemelen.

Yeni toplumsal uzlaşı arayışı bulunacak. Belki de kör inançlar tedaviye muhtaç hastalıklar arasında anılacak, bilmiyoruz. Dünyayı bunca meczubun ele geçirmiş olması da bir rastlantı değil kuşkusuz. Bunu da çözmeliyiz. Bir gün önce kahve içip, sohbet ettiği komşusunun katili olmak nasıl bir ruh halinden ileri gelir.

Bir de kalp dediğimiz kan pompalayan bir organ, onunla sevmiyor, sevişme kararı vermiyoruz. Yaşamak, ölmek, sevmek, kavga hepsi beynimizde…
Yaşamak bellektir!

4
“Yaşamın yaşam olmayandan ortaya çıktığı yolundaki yaygın görüş, bizi hemen hayli sorunlu bir açmaza götürüyor: Dünyada yaşamın ortaya çıkışı zorunlu muydu, rastlantı mıydı?” İnsanı çıldırtmaya yeter bir soru. Çünkü ömrümüz süresince bunun yanıtını bilmek olası değil. Üstelik asıl açmaz, öyle ya da böyle, nihayetinde ölümsüzlük iksiri içmiş değiliz ve yaşamımıza anlam bulmak, şunca kısa zamanda hiç kolay değil. Bu çetrefil soruyu Addy Pross’un “Yaşam Nedir?”inde yazarla birlikte tartışıyorum. Ama ne tartışma!

Nobelli Jacgues Monod olayın bir kaza olduğunu düşünüyor. Evrende bir kaza ve diyor ki; “Bunun a priori olasılığı neredeyse sıfırdı… Ne evren yaşama gebeydi, ne de biyosfer insana.” Feci bir durum! Diğer Nobelli Christian de Duve ise “Evrenin yaşama, biyosferin de insan gebe olduğu apaçık. Aksi halde burada olmazdık” diyor. Bir insan için en büyük talihsizlik kendini her iki fikre de yakın hissetmedir ve “sen de haklısın” demek zorunda kalmasıdır. Evrende bir yer bulmamış o büyük işleyişin bir kazası olabilir, rastlantı olma ihtimali yüksek. Tam tersi de söz konusu. Eğer öyle olma ihtimali olmasaydı, zaten olmazdı! Zihnimi keşfe çıktığım sıralarda başımı neden daha beter bir belaya soktum bilmiyorum.


5
Ankara turnesi akşamı yazıyorum bu satırları. Çok sevdiğim dostlarımı aramadım, istemedim. Bir kısmına kapamışım demek kapımı. Bazen öyle değil midir insan, biter süreç, son nokta konur. Bundan neredeyse yirmi yıl önce uzun ve belleğimde kanayan bir yara olarak kalmıştı Ankara... Kimileri sevmez, ben gelmekten mutlu oluyorum. Üstelik o acılı, zorlu ve derin yalnızlık günlerini de kötü anmıyorum. Bir de siyaset bataklığına saplandığım günler var, o ayrı. İnsanın ne kadar sığ, acımasız, hatta kötü olacağını gördüm ben. Kaçmam bundan. Birini çok severek de vazgeçmeyi öğrendim.
“Mırıldandıklarım/Haykırdıklarım” kısa bir yaşam öyküsü aslında. Benim mi? Değil. Seksenlerde çocukluğunu ve ilk gençliğini yaşamış herkesin. Belleğim güç sahiden. Öyle mi acaba? Çocukluğumu, ilkokul ve Ataköy yıllarını çok net anımsıyorum da üniversite dönemi, ardından gelen uzun boşluk kayıp gibi. Bazen zorluyorum kendimi, kimi isimleri bulup çıkarmaya çabalıyorum… Olmuyor. Kopuk kimi olaylar var. Belki de unutmak gibi büyük bir özgürlüğü tercih ediyor zihnim…

Yaprak yaparak dağıldı karanfil
Parmaklıklar içinde tohum
Gözüm bir yıldıza daldı
Ah etti yalnızlık

Gölgede kırk derece
Hüzün… Güz…
Beni bir tümcede
Gri yağmurla özle

Misafirlerim olsun elbette
Beyaz çarşaf sereyim

Kıvrımları kösnül esmer
Bir tutam lavanta

Yapraklarım dağılmış saçların
Küllenmiş gurbet

Bir tutam terennüm
Hasretlik içli bir plak

Birdenbire hüzün aynada
Vişneçürüğü dudak izi

Bir tarihçi anlatmakta
Geçmiş sanılan günleri

Oysa yanık tende
Garip bir izdir sesin

Özledim
Özlem ki
Unutmaktır adını


6
Dergicilik zor iş! Varlık, Gösteri, bir ara Milliyet Sanat, Adam takip ettiklerimdi. Oralarda bir şiirin çıkması ne büyük başarıydı. Benim yazı yaşamım da Milliyet Sanat’ta çıkan şiirle başladı. Herkesin şairliği vardır. Kimi geçici, bazısı gecikmeli… Heves olanları saymıyorum. Şiire ihtiyaç var mıdır?

Bu sorunun izinden gitmek gerek. Şairlere gerçeği saptırdları için düşman kesilen filozoflar, siyasetçiler sık görülür. Zihin bohçasını iyice karıştıran, ardından benzersiz bir dil ve müzikle önümüze serer şair. İşlerinin gizlerini bildiklerinden emin değilim. Bellek peşinde koşanlar, eminin şair beyinlerine ayrı bir özen gösterecek. Şu günlerde popüler dergiler etrafta salgın gibi. Dergiye ihtiyaç var mı, ayrı konu…

“Boyun Eğme” okuruydum. Şimdi de yazarı oldum. Haftalık kavga etmeye girişen bir dergi olmasını seviyorum. Orhan Gökdemir, Barış Terkoğlu, Harun Karanfilci birlikte katıldık. Bakıyorum da mecralarımız ne kadar daraldı. Haklılığımız ne kadar arttı.

7
Bugün Berkin Elvan’ın öldüğü gün. Bir çocuğun ölümünde bile ortak acı bulamayan insanlar arasında savruluyoruz. Sabah sosyal medyada yazılanlara baktım, utandım. Ölüye hürmet, ölenle ilgili değildir. Ölüm acısı nasıl ölenle ilgili değilse… Kaç acılı ana tanıdım bu süreçte. Ali İsmail’in, Abdo Cömert’in, Ahmet Atakan’ın ve Berkin’in analarını…

“Berkin Elvan’ın öldüğü gün” diye yazdım, kendimi sınamak için. Duygusuzca. Oysa bir polis tarafından vuruldu, bir yıl direndi neredeyse ve yenik düştü ölüme. Ardında bize pis bir tartışma bırakarak.

O gün bir şarkı yapmıştık Pınar Büyükkara ile…
sans-mi-zorunluluk-mu-256833-1.
Hüzün aynı yerde duruyor…
uyan Berkin uyan
değişecek dünya inan

bir çocuğun rüyasında
uçurtmalar olması gerekirken ...
kocaman bir elma şekeri tadında
günlere hasret biliyorum…

küçük bir beden düşünce tabuta,
ağırlığı sadece 16 kiloda...
geceler kederli uyumuyor
ne ana ne de baba biliyorum…

uyu Berkin, uyu…
milyonlar dostun oldu
uyu Berkin, uyu
seni sevenlerin tek yürek,
inan ki gerisi boştu

uyu Berkin, uyu
uyu Berkin, uyu…