Hem geçen ay düzenlenen Foto İstanbul 2016’da, hem de bu ay gerçekleştirilen Contemporary Sanat Fuarı’ında sergilenmekte olan eserlerin bazılarına uygulanan sansür sanat dünyasında yeniden tartışmaları alevlendirdi ve hemencecik de sönümlendi. Bunun nedeni bilindik; örgütsüzlük ve kültür-sanat dünyasında disiplinlerarası dayanışma olmaması.

Yapılan her sanat etkinliğinde, katılan sanatçıların ve sergi mekân sahiplerinin toplumsal sorumlulukları kadar düzenleme komitelerinin de ağır sorumlulukları var. Gazetelerin kapatıldığı, gazetecilerin tutuklandığı, ifade özgürlüğünü sınırlayan yekpare ve ceberut bir devlet yapısının kültür-sanat üreticilerini hedef haline getirdiği, KHK’lerle muhalefetin sindirildiği bir dönemde Türkiye’de özgür sanatçı olmak ve sanatını özgürce kamu ile paylaşmak zorlaştı, işten atılan tiyatroculardan sonra sansür ve yasaklar giderek hayatımızın ne yazık ki olağan parçası haline geldi. Dolayısıyla resimler, heykeller, filmler, oyunlar gibi fotoğraflar ve fotoğrafçılar da bu süreçten nasibini alıyor. İtirazın dili korkak hale gelince, ilgili kurumlar sessiz kalınca direnme bir grup sanatçıya kalıyor, en kötüsü bu durum olağanlaşıyor.

80 döneminde darbecilerden destek isteyen fotoğraf kurumu yöneticilerini o dönem deşifre etmeyince, 2000’li yıllarda basın tanıtım yazılarını sert bulup derneği polis basar korkusuyla sergi açılışında kendi mekânından kaçan yöneticiler oldukça, bir tarihin tanıklığı olan fotoğraflar (6-7 Eylül) yumurtalara bulanıp yırtılıp pencerelerden atıldıkça ve örnekler çoğaldıkça -ne yazık ki çok- fotoğrafın sansür tarihinin çıkarılma gerekliliği doğar. -Bu tarihi derleyip toparlama girişimini Yücel Tunca başlattı, herkesin dağarcığındaki bilgileri de beklemekte. Bianet’deki yazısını okuyabilirsiniz- Dolayısıyla hem Foto İstanbul 2016, hem de Contemporary İstanbul’daki sansürün zemini bugünkü faşist baskının tezahürü olduğu kadar geçmiş tarihe de dayanıyor; “Ne büyük gelişme kaydetmişiz. Ortaçağ’da olsak beni yakarlardı. Şimdi kitaplarımı yakarak yetiniyorlar.” Sigmund Freud’un, Nazilerin kitaplarını yakması üzerine söyledikleri gibi, gelişme o kadar yani!

Foto İstanbul 2016’da yaşanan galeri mekân sahiplerinin sanat eserlerinin galerilerinde sergilenmesine karışma yetkisini kendinde görmesi kadar, önceden önlemini almayan festival yöneticilerinin ve komitelerinin de suçu vardır. Sansür artık yapısallaşmıştır.

1- Foto İstanbul 2016’nın Yetimhane sergilerinden eser çıkarılarak yapılan müdahalesi. 2- Sergi alanından kaldırılmak zorunda bırakılan Şahin Kaygun sergisinin yeniden başka bir mekânda açılması 3- Sinan Tuncay’ın çıplaklık öne sürülerek fotoğrafının başka bir galeride sergilenme önerisini reddederek festivalden çekilmesi. 4- Bu yıl 11.cisi düzenlenen Contemporary İstanbul adlı çağdaş sanat fuarında ressam Ali Elmacı’nın, Osmanlı padişahı 2. Abdülhamid’in yüzünü kadın bedeni formundaki bir heykele restmetmesine bir grubun tepki göstermesi. 5- 24 Eylül/6 Kasım arasında düzenlenmesi planlanan 5.Uluslararası Çanakkale Bienali’nin iptal edilmesi. Bienalin genel sanat yönetmenliğini yürüten Beral Madra’nın iktidar milletveliklerinin hedef göstermesi sonucunda görevinden istifa etmesi. 6- 4. Akbank Sanat Uluslararası Küratör Yarışması’ında “Post-Peace/Barış Sonrası” isimli sergi projesinin ülkede yaşanan gergin siyasal ortam nedeniyle iptal edilmesi. 7- 22 festivale katılan ödüllü ‘Kürdistan Kürdistan’ filminin, Türkiye’de festivallere alınmaması.

İktidarın sanat ve sanatçı konusundaki baskıcı ve yasakçı tutumunu biliyoruz. Ancak 2000’li yıllardan sonra iyice sinikleşmeye başlayan kültür sanat çevresi de; toplumsallaşmanın dinamiklerini kaybederek, iktidara ve sermayeye sırtını dayayarak, kolleksiyonerlerin cirit attığı tamamen ticari boyuta indirgenen galerilerde ve sanat fuarlarında, toplumsal meselelere ilgisi -mış gibi olan dekoratif eserleriyle görünür oldular. İfade özgürlüğünü denetim altında tutmak için bir devlet ya da bir grubun iktidarını doğrudan ya da dolaylı olarak kullanması olarak tanımlanabilen sansüre ve yasaklara tavır almayan, direnmeyen, mücadelesi için örgütlenmeyen, otosansürünü çoktan içselleştirmiş kültür-sanat insanlarına anımsatalım; “Kölelik en büyük ve en nihai kötülüktür. İnsanlık onurunun inkârına dayanır.” (Arthur Bryant)