Santiago’dan sevgilerle

SEMİHA DURAK

Metal bariyerleri aralayıp geniş bahçeye alıyor bizi görevliler. Randevu saatlerimizi kontrol ederek biraz ilerideki büyük beyaz çadırı işaret ediyorlar. Benimle beraber demir kapının önünde bekleyen beş kişiyi tanımıyorum; tesadüfen bir aradayız burada. Çadırın içine kurulmuş “karargâha” tek sıra halinde giriyoruz. Görevlilerden biri çantamı arıyor. Üzerimi aramıyor ama “Yanında kesici bir cisim var mı?” diye soruyor. “Yok” diyorum.

Bu distopik giriş sahnesinin etkisinden, görkemli binanın ön cephesindeki beyaz sütunların arasından geçerken kurtulabiliyorum ancak. Aylar sonra ilk kez bir müzedeyim; Britanya Müzesi’nde. Maskeli ve biraz da tedirgin. Buraya ne zaman gelsem içimi tuhaf bir dinginlik kaplardı oysa. Yıllardır bu müzede ‘sürgünde’ yaşayan bronz heykellerin, seramik kadehlerin ve mermer anıtların katmanlı dokularına sinen tanıdık kokuları, sesleri duyuyordu belki de ruhum.

Bugün duymuyor.

Great Court’un cam çatısının parlaklığı gözlerimi kamaştırıyor. Aydınlanma Salonu’nun geniş kapısından girip yan salona geçtiğimde buluyorum aradığımı: Sürgün Kütüphanesi.

Sergi salonunun içine oturtulmuş bu küçük kütüphane, aslında bir sergi; bir enstalasyon. Likit porselenle beyaza boyanmış duvarlarının üzerinde bir şeyler yazıyor. Yaklaşıyorum. Tarih boyunca yanmış, kaybolmuş ya da yok edilmiş kütüphanelerin isimleri bunlar. İskenderiye Kütüphanesi de beş yıl önce yok edilen Musul Üniversitesi Kütüphanesi de unutulmamış.

Etrafında şöyle bir dolaşıp Sürgün Kütüphanesi’ne giriyor, raflarındaki kitaplara doğru yaklaşıyorum. Hayatının herhangi bir döneminde ülkesini terk etmeye zorlanmış ya da kendi ülkesinin sınırları içinde ama yine de sürgünde olan yazarlara ait kitaplar bunlar. 88 ülkeden, 2 binin üzerinde kitap… Sergi tamamlandığında her biri Musul’a gidecek. IŞİD’in yok ettiği kütüphaneyi yeniden var etmek için. ‘Türkiye’ yazan rafa yaklaşıyorum. Nazım Hikmet’le göz göze geliyoruz önce. Selahattin Demirtaş hemen yanında duruyor. Biraz ileride Ece Temelkuran gülümsüyor. Her şeye rağmen bir şeyleri var etmenin, yeniden denemenin telaşında bu kitaplar. Tıpkı onlara hayat veren yazarları gibi.

“Ülkeni geride bırakırken yanına kelimelerini alırsın” yazıyor kütüphanenin önündeki küçük panoda. Çadırdaki görevlinin sorusunu hatırlıyorum. Geriye dönüp “Yanımda sadece kelimelerim var” demek geçiyor aklımdan.

Kelimeler önemli. Her şeyi yapabilirsiniz ya da her şeyi yaptırabilirler size. Pandemiye ve dondurucu soğuğa rağmen beni buraya, Sürgün Kütüphanesi’ne getiren ve bana kendimi yeniden ‘evde’ hissettiren de kelimeler mesela.

Kelimeler diyorum, çünkü bir edebiyat söyleşisini izlerken haberim oldu sergiden. Sürgün Kütüphanesi’nin bir parçası olarak İngiliz Pen’in desteğiyle düzenlenen ve internet üzerinden yayımlanan bu etkinlik, edebiyatın göç ve sürgün deneyimini nasıl temsil edebileceğini tartışıyor ama asıl olarak hafıza, kayıp ve sürgün arasındaki ilişkiyi araştırıyordu. Konuşmacı yazarların isimleri tanıdık değildi, konu ilgimi çektiğinden kayıt yaptırmıştım. Ama beni bu kadar derinden etkileyeceği aklıma gelmemişti.

Mesele göçmenlik ve sürgün olunca söyleşinin merkezini belirleyen de hafıza ve mekan ilişkisi olmuştu. Avuçlarımın arasındaki küçük ekrandan, söyleşide sırayla söz alan yazarların hem kendi hayat hikâyelerine hem de romanlarındaki sürgün ve göçmenlik hikâyelerine yolculuklar yaptım, her birinde biraz kendimi buldum. Ama Şilili yazar Alia Trabucco Zerán romanından bir bölüm okumaya başladığında başka bir şey oldu. Fazlasıyla tanıdıktı kelimeler, hikâyeler… O, “darbe, nostalji, hafıza” diyor; ben kendimi sayfaların içinde, kelimelerin arasında yürürken buluyordum. Hayatlarını sürgünde geçiren eski militanların çocuklarından, darbenin sonraki kuşakların hayatlarını nasıl etkilediğinden söz ediyor; aslında yaşamadıkları bir tarihe ya da mekana ait hafızanın kimliklerini nasıl şekillendirdiğini anlatıyordu. “Miras kalan acılar, kayıplar, kalıtsal hafıza” diyordu. Sanki “bizden” biriydi konuşan. Bizim topraklardan, benim kuşağımdan biri…

Anlattığı bütün o acı dolu hikâyelere rağmen hâlâ umutla gülümseyen gözlerine baktıkça daha da tanıdık geliyordu yüzü. Bu sırada Londra’da tamamladığı doktora programından söz ediyordu. Aniden beynimde bir şimşek çaktı o an. “Alia bu!” diye bağırdım. Kollarımı uzatıp onu telefonun içinden çekip alıp sarılacağımı sandım. Hafızamdan sildiğim yakın geçmişteki sahnelerle tekrar geri geliyordu yüzü. Yanılıyor, uyduruyor muydum? Emin olmak için eski e-postalarıma, 2014 yılına ait yazışmalarıma baktım ve ismini görünce rahatladım. Evet, oydu; Alia Trabucco Zerán. Altı yıl önce UCL’den bir tanıdık aracılığıyla haberleşmiştik. Kısa süreliğine kalacak bir yer arıyordu. O sıralar boş olan evimi bir süreliğine ona ve arkadaşına vermiştim. Arada sırada birkaç parça eşya almak için uğradığımda muhabbet ediyor, telefonlaşıyor, yazışıyorduk. Hoş bir yakınlık, tatlı bir diyalog kurulmuştu aramızda. Evin duvarlarında asılı olan Küba resimleri, Türkiye’de arkeoloji, o günlerde arkadaşlarımla beraber çıktığım balıkçılık maceram hatırladığım konuşmalarımızdan bazıları. Ne darbelerden ne nostaljiden ne de bize miras kalan acılardan söz ettiğimizi hatırlıyorum. Ama konuşmasak da sanki her şeyi biliyor, hiç anlatmadığımız hikâyelerimizle birbirimize yakınlık duyuyorduk.

Peki, sonra neden koptuk? Neden unuttum adını da yüzünü de? Orada film kopmuş gibi. Bazen öyle olur. Tanıdık ruhlar birbirine benzeyen hikâyeleriyle karşılaşırlar, kucaklaşırlar ve kalabalıklar arasında kaybolurlar. Sonra günün birinde, hiç beklenmedik bir yerde gülüşlerinden tanıyıverirler birbirlerini yine. Hikâyeleri yeniden kucaklaşır. Kaldıkları yerden yakalarlar zamanı.

Alia’yı dinler ve bunları düşünürken, onun bunlardan haberinin olmadığını fark ettim bir anda. Ertesi sabah hemen yazdım ona. Romanıyla, hikâyesiyle, hem benim olan hem olmayan nostaljisiyle kurduğum bağdan söz ettim ona. Birbirimizden kilometrelerce uzakta da olsak sokakta çarpışıp karşılaşmış gibiydik. Semiha! Şimdi o bağırarak söylüyordu adımı. Santiago’dan Londra’ya... “Ne kadar uzun zaman oldu? Nasıl oldu da hiç konuşmadık?” diyordu. “Aradan geçen bu zamanda ne çok şey paylaşabilirdik, birbirimizi daha iyi tanıyabilirdik oysa.”

Bu arada güzel bir tesadüf daha olmuştu. Romanının çok kısa bir süre önce “Kalan” ismiyle Türkçeye çevrildiğinin haberini veriyordu bana. Baskıcı tarihin birbirinden uzak coğrafyalarda yankı bulduğu ortak hafızamızın, yakınlığımızın daha önce bu kadar farkında olmadığını söylüyordu.

“30 peso değil, 30 yıl” diyerek geçmişle hesaplaşmak adına sokaklara dökülen Şili halkını düşündüm. Turnikelerden atlayan liseli gençlerin kıvılcımıyla hareketlenen, kelimelerin ve sokağın gücünü yeniden keşfeden Alia’nın halkını. “20 yıl sonra kızımın keyfini süreceği bir ülke yaratmak için sokaktayım” diyen genç annenin halkını. “Neoliberalizm Şili’de doğdu, Şili’de ölecek” pankartıyla sokakta yerini alan genç kızın halkını… Onları düşünürken kendimi bulduğum yere bu aralar çokça sarıldığım Mungan şiiri yakıştı. Dizeler gözlerimin önünde uçuştu geçti…

“Zamanın neresinde duruyorsan

Orası her yere birden bakar

ağaran yalnızca buzul

Buradayız ama bize daha çok var”

Şili halkı turnikelerden atladı, geçti ve şimdi başka bir devre girdi. Geçtiğimiz ekim ayında yaptıkları referandumla Pinochet rejiminin anayasasını iptal etme kararı aldılar. Kadınlar, erkekler, işçiler, öğrenciler şimdi kendi kelimeleriyle yazacaklar anayasalarını. Tarih şeridinde yeni bir çağın başlangıcında onlar. Etkisinin zamanla bütün dünyada görüleceği bir çağın…

Durduğum yerde, yani Sürgün Kütüphanesi’nde, zaman sanki durmuş. Çıkıp gidesim yok, evimde gibiyim burada. Alia’nın romanındaki karakterler Iquela, Felipe ve Paloma da benimle birlikte. “Ne hatırladığımız ne de unutabildiğimiz” geçmişi porselen duvarlara yansıtıp bize miras kalan ve birbirine benzeyen acılarımıza, kaybolan anılarımıza bakıyoruz. Birlikte yüzleşince anlamlaşıyor her şey, kayıp parçalar yerlerini buluyor. Küllerin arasından çıkarıp hesaplaşacağımız ve sonra şefkatle onaracağımız geçmiş, hafızalarımızda canlanıyor. Yeniden kurmayı hayal ettiğimiz gelecekle yan yana duruyor.

Telefonuma düşen e-postaya bakıyorum. “Aşımı olur olmaz yeniden Londra’dayım” yazmış Alia. Yeniden buluşuncaya dek Santiago’dan sevgiler gönderiyor bana.