Genişleyebilen, derinleşebilen, kendi dışına taşabilen ve kendini aşabilen bir akım: Aydınlanma. Yaygın kanıdan farklı olarak, merkezinde ‘salt akıl’ değil, ‘eleştirel akıl’ vardır ki, bunu da Kant’a borçludur

Sapere Aude!

> MURAT MÜFETTİŞOĞLU mmufettisoglu@gmail.com

'Aydınlanma mücadelesinin, paranın saltanatına ve emperyalizme karşı verilen mücadele ile bir bütün olduğunu biliyoruz. Yerli ve yabancı patronlar sömürü düzenini sürdürmek için dinin toplumsal ve siyasal alanda hakim kılınmasına muhtaçlar.’ Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi’ nin geçtiğimiz günlerde yayımladığı bildiriden aldım bu cümleyi. Hareketi başlatanlarla benzer kaygıları taşıyan biri olarak çorbada tuzum olsun istedim.

‘Aklını kullanmaya cesaret et!’ anlamına gelen ‘Sapere Aude’ sözü Kant’ a aittir. Ondan iki bin sene önce yaşamış olan Aristo, bilgiye akıl yoluyla ulaşılabileceğini ileri süren ilk düşünürlerdendir. Akılcı düşünceyi doruk noktasına çıkaransa Hegel olmuştur. Yapısalcı Marksizm’in öncüsü Althusser, akılcı-liberal eğilimli genç Marx’ ın Hegel’ den çok Kant’ tan etkilendiğini iddia etse de, koca Hegel diyalektiğini ayakları üzerine oturtmak -Hegel’ i içselleştirmiş bir düşünür olarak- yetişkin Marx’ a nasip olmuştur.

İnsanlığın düşünsel serüveninde, Aristo, Kant, Hegel, Marx, Althusser ve daha pek çok ismin beslenip katkı sunduğu bir ‘akım’ var. O akımı da kapsayan genel akışı (inişli çıkışlı) bir sinüs eğrisine benzetebiliriz. Küresel hegemonyanın alt figüranlarından olan Türkiye’ de epeydir keskin bir iniş yaşanıyor. Sanattan kültüre, siyasetten ekonomiye, eğitimden bilime, kişi hak ve özgürlüklerinden demokrasiye -tabiri caizse- dip yapmış durumdayız. Şu an için ufukta koyu bir karanlık var, ancak hiç aydınlanmayacağı anlamına gelmiyor.

Yarım devrim ‘devrim’ değildir!
Genişleyebilen, derinleşebilen, kendi dışına taşabilen ve kendini aşabilen bir akım: Aydınlanma. Yaygın kanıdan farklı olarak, merkezinde ‘salt akıl’ değil, ‘eleştirel akıl’ vardır ki, bunu da Kant’ a borçludur. Aydınlanma’ya itiraz edenler, ya eleştirel akla karşıdırlar, ya da, aşkın/metafizik bir anlayışı kendilerine düstur edinmişlerdir. Ortadoksi yapılar ve dogmatik sistemler bu tür anlayışların ürünüdürler. Öte yandan, kendini Aydınlanma sathında konumlandıranların ‘akıl’ nosyonuna yükledikleri anlam, ona karşıt olanların saldırılarından daha önemsiz değildir. Aydınlanma’nın biricik esprisi olan ‘eleştirel aklın’ yerine ‘salt aklın’ hükümranlığını koymak, dogmatizmin karanlık sularına savrulmayı da beraberinde getirir. Aydınlanma tarihi, hatalı yorumlanmış ‘Sapere Aude’ pratikleriyle doludur ve enkazı hala temizlenememiştir. O enkazın artıklarıyla yaşayan liberal ve muhafazakar lafazanlar özellikle son yıllarda ortalıkta cirit atmaktalar. Misal, iki sene önce, ülkenin en “kocaman” ödülünü en “kocaman” elinden alan yazar Alev Alatlı’nın‘Aydınlanma değil, merhamet!’ adlı romanında yücelttiği ‘merhamet’ kavramını asıl bağlamına oturtan gene Aydınlanma’ nın epistemolojisidir. Aslında Alatlı bunu iyi bilir. Verdiği bir röportajda ‘Aydınlanma ile merhamet kavramlarına karşıt anlamlar yüklemediğini, meseleyi yalnızca Rusya bağlamında ele aldığını’ belirterek iddiasının ağırlığını –sanki- azaltmak istemişti.

Ona göre, Deli Petro’ dan günümüze Rus Halkı’ nın ödediği bedellerin kaynağında Aydınlanmacıların entelektüel kibri yatıyordu. Hal buyken, 1917 Bolşevik Devrimi ile 1990 karşı “devrimi” arasında; sosyalist Rus toplumuyla sonrasının liberal toplumu arasında ‘özsel’ farklılıklar yoktu. Romanının son bölümünde kahramanlarından birine Marx’ ın Farmason olduğunu söyletmesiyse epey manidardı. Ödüllü yazarın ipini bağladığı kazık bu denli absürt olunca, ödülü alırken yaptığı konuşmada, ‘yaşasaydı, George Orwell’ ın Erdoğan’ ı ayakta alkışlayacağını’ ilan etmesi de normaldi.

Aydınlanma’yı ve Modernizm’i Alatlı ve benzerlerinden daha analitik, daha derinlikli eleştirenler gene Aydınlanmacı düşünürlerdir. ‘Eleştirel aklı’ düstur edindiklerinden, dahası felsefi bir norm olarak içselleştirdiklerinden aynı aklı sorunsallaştırmak boyunlarının borcudur. Bu bağlamda, Atatürk heykellerinin birer put, Kemalizm’ in bir din gibi algılanılmasının tek sorumlusu siyasal İslamcılar değildir. Fransız devrimci Louis-Antoine de Saint-Just’ ın Reform karşıtı hareketler karşısında söylediği şu söz meseleyi iyi özetler: “Yarım devrim yapan kendi mezarını kazar”.
Bir devrimin yarım kalması, o devrimin nasıl yapıldığıyla ve nasıl sürdürüldüğüyle ilintilidir biraz da. Bunun bilincinde olan gerçek Aydınlanmacılar, ön ayak oldukları düşünsel yeniliğin bir ‘dine’, kendilerinin de birer peygambere dönüştürülmelerini zinhar arzu etmezler; evrensel etik, doğal hak ve insani sağduyuyla desteklenmeyen ‘aklın’, burjuva iktidarların elinde bir baskı aracına dönüşebileceğini ve pragmatik bir mekanizmanın normu haline gelebileceğini de iyi bilirler.

Sönmüş köyler, şişmiş kentler, sığınacak orman arayan hayvanlar, emisyona doymuş atmosfer, mermi fırtınaları, bomba sağanakları, mahalle ve din baskıları, emekçi ölümleri, sivil katliamlar, kadın cinayetleri, çocuk istismarları, toplumsal bölünmeler, iradi yarılmalar vb yalnızca birer “karın ağrısıyken”, Aydınlanma’nın gözlüğünü taktığımızda kendi çözümlerini de işaret eden ‘açık çelişkilere’ dönüşüverirler.

Ortada türlü çelişki varsa, onları manipüle eden bir siyasal iktidar da vardır. Bizdeki iktidarın misyonu malum: Kapitalizm özlü, neoliberalizm soslu, gerici aromalı, milliyetçi ve militarist garnitürlü sömürü ilişkilerini uzatabildiği kadar uzatmak; toplumsal çelişkilerin üstünü örtebildiği kadar örtmek; muhalefet eden “şer” odaklarına uygulayabildiği kadar baskı uygulamak; Aydınlanma’nın suyuyla yeşermiş ‘kurucu’ ilkeleri eğitimle ilgili süreçlerden tasfiye ederek akademik ve sosyal yaşama ayar çekmek; feyz aldıkları dini “düşünürlerin” fetvalarından ve yüksek bürokratların talimatlarından devşirdikleri “ahlakı” dayatabildikleri kadar dayatmak.

İktidar baskısının giderek artmasının nedeni muktedirlerin iyice köşeye sıkışmalarıdır. “Millet iradesine” sığınmak tek çareleri, malum tabanı konsolide etmek tek politik stratejileri haline gelmiştir. Asıl amaçlarına gelince; yöneten-yönetilen ilişkilerinde düzenleyici normlardan biri olan Aydınlanma’nın ‘eleştirel aklını ve evrensel etiğini’ baskılayarak, hak-hukuk arama kültürünün kodlarını bozmaktır. Devam etmek ümidiyle...