Kadınlara yüklenen yük o kadar fazla ki... İlginç olan, ‘Mindhunter’ gibi TV dizilerinde ya da ‘Joker’ gibi filmlerde, insanların seri katil ya da sapkın oluşları hep anneleriyle kurdukları ilişkiyle açıklanıyor. Peki ya baba? Öyle ki, bu hikâyelerde babalar hiç ortalıkta görünmüyor, göründükleri zaman da şiddet uygulayan kişiler olarak beliriyorlar. Lars von Trier’in ‘The House that Jack Built’ filminde baba çocuklarını ve eşini pikniğe götürüp sanki ava çıkmış biri gibi öldürüyordu. Sanki öldürdüğü aile kavramıydı, mutluluk diye sunulan ya da dayatılan değerlerdi. Zaten seri katillerle ilgili yapılan bütün çalışmalarda, açık ya da kapalı bir biçimde kültür eleştirisine yönelindiği bir gerçek. ‘Mindhunter’da bu apaçık bir biçimde sunulur, bu vahşetin bir açıklaması varsa, o da üzeri örtülen, kimsenin görmek istemediği eşitsizlikler, ahlaki ikiyüzlülükler, yasal adaletsizlikler ve içinde yaşanılan kültürün yetersizliğiydi. Ama elbette, her şey kültürün üzerine yüklenemez, o da bir başka indirgemeci tutum olur.

Bir teoriye göre, kadınların seri katillerin hedefi olması ve daha çok kurban olarak karşımıza çıkması, erkeklerin nefretlerini dışarıya yöneltebilme beceriyle açıklanır. Kadınların da içlerindeki nefreti kendilerine döndürdükleri ya da kendilerinin bir parçası olan çocuklarına yönelttikleri iddia edilir, bu yaklaşıma göre. Kadın, ayrışmadığı çocuğuna yönelttiği baştan çıkarıcı ve karşıtına döndürülmüş sevgisiyle, çocukta saplantılı düşüncelerin gelişmesine neden olur. Bu teorinin sığ olduğu, babaların da baştan çıkarıcı davranabildiği ve sevgiymiş gibi sundukları nefretleriyle çocuklarına zarar verebildikleri biliniyor. Bu yüzden, insanla ilgili hiçbir konuda indirgemeci yaklaşımlarla bir şeyleri açıklamak mümkün değil.

İlginç olan bir başka şey de, özellikle TV dizilerinde ve sinemada seri katillere yönelik bu yoğun ilgi. Bir seri katilin nasıl düşündüğünü ya da nasıl biri olduğunu, çoğunluk neden bu kadar merak ediyor? Sıcak ve güvenli evinde oturup saatlerce bir seri katilin nasıl cinayet işlediğini, gerçekte nasıl biri olduğunu merak etmenin ve bu meraka yönelik bir endüstrinin ortaya çıkışının bir anlamı olmalı.

Freud, içgüdülerin dört tür dönüşüm yaşadığını iddia etmişti. Karşıtına dönüştürme, tersyüz edip kişinin kendi benliğine yöneltme, bastırılma ve yüceltme. İçgüdülerin bütün bu dönüşümleri kültür aracılığıyla gerçekleşir ve işin gelip dayandığı yerin kültür olması da bu açıdan kaçınılmaz bir hal alır. Günümüzde seri katillerin hayatlarına yönelik bu merakın, tüketim toplumu tarafından tecrit edilmiş bir yalnızlığa mahkûm edilmiş, arzularıyla sürekli oynanan, toplumu bir arada tutan ortak simgesel değerlerin tahrip ya da yok edilmiş olmasının neden olduğu söylenebilir. Ortak simgesel değerlerin kaybı, erdemli yaşamanın cazibesini de azaltıyor ve bir anlam krizi içinde bırakıyor insanı. Önceki çağda özne nevrotik insanken şimdi sapkın özne, kültürel simge dünyasına egemen bir hale geliyor, içgüdüleriyle başı dertte olan...