On altı yıl önceki “Demek istediklerim bunlar değildi” başlıklı yazıma “Aslında bu hafta yazma hevesimde tık yok” diye başlamıştım. Aynı his yine depreştiğinden, en iyisi o yazıyı buraya bırakıp gelecek haftayı bekleyeyim:

Aslında bu hafta yazma hevesimde tık yok. Ne halt edeceğim bilemiyorum. Yazacak bir şeyler bilsem, vallahi de billahi de yazacağım ama aklıma gelmiyor; aklıma nedense hep yazılmayacak şeyler geliyor. Bazen canım, resim yaparcasına dizginsiz yazmak istiyor.

Çünkü gece... Ve onuncu kat penceresinin ardındayım. Şu yıldızı, adını bilmiyorum, gezegenin her yerinden görüyorlardır... Karanlığı aydınlatamayan mütevazı mavi ışığında mutlaka bir felsefe buluyorlardır, yani ışığı her göz kırpışında... Lakin ben burada klavyemle bir başıma tıkırdıyorum, yorumsuz: Belki de kelimelerden yorulmuş ve yoğrulmuş bir resim çiziyorumdur. Belki de renklerin yerine kelimeleri mıncıklayıp yalanıma ortak bir tabloyu kaleme alıyorumdur. Apartmanların kuytu kovuklarından gelen fırtına habercisi uğursuz rüzgâr uğultusunun tacizinde, Gece Karanlığında Camın Arkasında Filizkıran Fırtınasını Bekleyen Bir Aydın Namusu’nu koruyorumdur; son politik gelişmelere bigâne...

“Namus?” Ne riyakâr kelime! Artık eskisi gibi değiliz. Zira yıllardır hep Filizkıran Fırtınasına maruz kaldık. Önce buna bir mim koymalıyız. Ama belki de çaresizlikten, böyle diyorumdur. Çaresizlik ve cesaret... İkiz sözcükler... Çaresizlik nedeniyle her bir şeyi göze almak cesarettir... Cesaret ise, elbet çare yaratmaktır, başka bir şey değil; ama konu bu değil. Konumuz, konusuzluk...

Nerede kalmıştım? Kapkara karanlıkta mı, suspus suskunlukta mı? Suskunluğumuz, söylediklerimize kulak asılmayışından mı yahut yine bir Fırtına öncesinde oluşumuzdan mı?

Şimdi demek ki kendimce suskunluğu bozmamak, bir şey söylememek için yazıyorum; işte öylesine. Sahi bazen siz de böyle yapmıyor musunuz? Aslında bazen bir şey söylememek için konuşuyoruz; yazıyoruz. Çünkü konuşmazsak yazmazsak, biliyoruz ki, belki de söylenmemesi gerekeni söylemiş olacağız; “hakikat”ten çalacağız.

Hırsız kemanlar da sözcüklerimi çalıyor Vivaldi çapkınlığında ve ben yine susuyorum işte. Herkes gibi ben de sarsıntısını bekliyorum şiddetini bilmediğim toplumsal bir zelzelenin; ve kımıltısız bir zelzelenin vesvesesinde, allegro rehavetteyim sakin mi sakin... (Üstüme gelmeyin, hiçbir şey demek istemedim; şu an kendi halimde müzik dinlemekteyim!) Çünkü şimdi saat gece yarısı biri üç geçiyor. Geçen zaman değil de saatin tik takları canıma tak ediyor. Tik takları duymazsam fark etmiyorum, ama vallahi zaman çaktırmadan geçiyor.

Masada tuzluk gözümde gözlük; tuza tuz göze göz mavalımda; sandalye masasız oturmuş ööööyle bakıyor: Ve hakikatlerim değil inanın ki, sadece masamın üzerinde eksik bir kadeh beni böyle yer ile yeksan ediyor. Şimdi yine, hep böyle şimdi yine, gözleriiiiiim yanıyor. Gözlerim şimdi efendim, yani iğne iğne susuyor. Susuyor gözlerim efendim, gözlerim kusuyor. Emsaline meftunmuş lakin mahcupmuş neye yarar? Kabuksuz yaralarım kanıyooor, kanıyor ve itham ediyor hâlâ anılarımı... Başka sesler mi çınlıyor suskun gözlerimde, puskun gözbebeklerimde? Birisi gaipten mi gelmiş yoksa diğeri kalûbelâdan, belaların katmerlisinden ha bire kaçıyormuşuz ya peşimize bakarak, bir de peşimize takılmış geçmişimizle avunarak; avanak takazalardan peki neden hep böyle maraza çıkıyor?

Gözlerim niçin mi susuyor? Çünkü “severim fırtınanın her türlüsünü” demiştir Hasan Hüseyin Korkmazgil ve şairin Filizkıran Fırtınası adlı şiiri “sapsarı karanlıkta yerler bahar ölüsü” diye bitmiştir...