Cezaevlerindeki açlık grevleri 64. güne girdi. TTB’nin Adalet Bakanlığı’na yaptığı başvurunun üzerinden bir ay geçti; bağımsız hekim heyetlerinin açlık grevcilerini izlemesi için hâlâ izin yok.

     Yüreğimiz ağzımızda bekliyoruz, günlerdir. Benim elimden de eski yazılarımı, geçmiş tanıklıklarımı paylaşmaktan başka bir şey gelmiyor.

     İlk olarak 23 Nisan 2001’de Radikal’de “Bir doktorun gördüğü” başlığıyla yayınlanan yazımın biraz kısaltılmış ve orijinal başlıklı hali.

***

     Türkiye cezaevlerinde altı aydır insanlık tarihinde eşine az rastlanır bir trajedi yaşanıyor. Yüzlerce tutuklu F tipi cezaevlerine karşı süresiz açlık grevi/ölüm orucu sürdürüyor. Kamuoyunda derin bir sessizliğin hüküm sürdüğü günlerde tutuklu ailelerinin dışında konuyu yakından takip eden bir başka kesim daha vardı. Ölüm oruççularının tıbbi bakımını üstlenen Türk Tabipleri Birliği'nin (TTB)görevlisi 'gönüllü hekimler', literatürdeki tanımıyla 'sırdaş hekimler.' 
     Bu trajedinin yaşandığı cezaevlerine, koğuşlara girdik, günlük yaşamlarının geçici misafirleri olduk. Sadece muayenelerini yapmakla kalmadık, onların ölüme doğru yaptıkları kahredici yolculuğu günbegün gözledik. Öfkelerinin, üzüntülerinin, yaşama sevinçlerinin, kararlılıklarının tanığı olduk. 
     Kendi iradeleriyle verdikleri karar karşısında duyduğumuz saygıyla ölüm orucunun kaçınılmaz sonuçları arasındaki derin çelişkileri yaptığımız işe hiç yansıtmamaya çalıştık. Yaşamın ölüme galip geleceğine dair umudumuzu hep korumaya çalıştık. Elimizden hiçbir şey gelmemesinin çaresizliğini yaşadık. Buna rağmen kendimizi onların yaşamından sorumlu hissettik. 
     Ölüm orucu sürecini herkesten farklı bir yerden izledik bu nedenle. Tanığı olduğumuz trajedinin ruhlarımızda açtığı derin travmaları herkesten gizledik. Gene de, hafızalarımıza ve günlüklerimize küçük küçük notlar düşmekten alıkoyamadık kendimizi. 
   

     İhanete uğrayan tıp 

     23 Ocak 2001: Operasyonlar sona erdi. Herkes Dünya Tabipleri Birliği'nin Malta Bildirgesi'ni tartışıyor. TTB'nin etik tutumu yoğun eleştirilere sebep oluyor. Neredeyse ölümlerin sorumlusu olarak TTB'yi görecekler. Oysa ölüm orucuna bağlı ölen kimse yok. 
     Tartışmalar, nedense hep, bilinci kapanan bir hastaya doktorların müdahale edip etmemesi üzerine yapılıyor. Bilinci açık bir insanı zorla beslemeyi kimse konuşmuyor. 
     İngiliz Tabipler Birliği'nin yayımladığı “İhanete Uğrayan Tıp” kitabını okuyorum. Zorla besin vermek için kullanılan yöntemin yüzyılın başından beri değişmediğini anlatıyor. Dişlerin arasına tahta bir blok yerleştiriliyormuş önce. Bu blokun ortasındaki delikten mideye sokulan bir hortumla gerçekleşiyormuş zorla beslenme. Direnme olursa, ağzı açmak için çelik bir kelepçe kullanılıyormuş. Bu esnada boğulma, gıdaların akciğerlere kaçması, kalp atımında bozukluklar ve gastrite bağlı ölümler görülüyormuş. 
     “Ölüm oruçlarında hükümetler ellerini hekimlerle yıkar.” diyor bir başka yazıda da. Bütün ülkelerde geçerli bir kural galiba. 
     Operasyon sonrası İstanbul'da sadece Bakırköy ve Kartal'daki kadın tutuklular kaldı. Kartal Cezaevi revirindeyiz. Doktorlardan tutukluların listesini alıyoruz. İsimler dikkatimi çekiyor. Muhabbet, Yemiş, Hayriye, Madımak, Hatun, Ümüş... 'Öteki Türkiye'den kadın isimleri' diye geçiriyorum içimden. 
     İlk girdiğimiz koğuşta Zeynep'le karşılaşıyoruz. 1.50 metre boyunda, 35 kilo ya var ya yok. Ölüm orucunun 94'üncü gününde. Koğuşa girdiğimizde yatağındaydı. Bizi görünce kalkıyor. Gene yatmasını istiyoruz. 
     Üç gün önce durumu ağırlaştığı için diğer üç arkadaşıyla birlikte Kartal Devlet Hastanesi'ne kaldırmışlar Zeynep'i. Müdahaleyi kabul etmeyince geri getirmişler. 
     Zorla hastaneye götürüldüğü için kızgın. Hastaneye gittiğinde 'Sizin buraya getirilmenizi TTB hekimleri istedi' demişler. "Biz ölümü göze aldık. Rahat bırakın bizi. Gerekirse içimizden 200 kişi ölecek, diğer arkadaşlarımız hücrelere girmeyecek böylece" diyor. Muayene etmemize izin vermiyor. 
     Koğuşlardaki tutuklular zorla götürülmenin sorumlusu olarak bizi görüyor. Söylenenin doğru olmadığını anlatıyoruz. Durumu kendi aralarında tekrar değerlendireceklerini söylüyorlar bunun üzerine. Cezaevinden çıkarken haber gönderiyorlar. Haftaya tekrar gelmemizi, muayene olacaklarını iletiyorlar. 
     Zeynep'in söylediği o meşum cümle aklımda dolanıp duruyor. Ölümün ne kadar olağanlaştığını düşünüyor ve ürperiyorum. 
     9 Şubat 2001: Üçüncü kez geliyorum Kartal Cezaevi'ne. Çoğuyla tanışıyoruz artık. Büyük bir misafirperverlikle karşılıyorlar bizi. Girdiğimiz her koğuşta çay, kahve ikram ediyorlar. Kendileri hiçbir şey yemedikleri halde bizim aç olup olmadığımızı bile soruyorlar. 
     Tutukluların en kıymetli eşyaları kişisel fotoğrafları. Bu fotoğraflardan birinin öyküsünü anlattılar. Ümraniye Cezaevi'ndeki operasyonun ikinci günü. Askerler çatıyı delip koğuşa girince alt kata sığınmışlar. Bu kez de alt katın tavanından büyük delikler açıp bomba atmaya başlamışlar. O hengâme arasında uçuşan bir fotoğraf da açılan delikten aşağı düşüvermiş. Hemen alıp elbisesinin içine saklamış sahibi. "Benim için çok değerli" diyor, "yeğenimin fotoğrafı. Çok seviyorum." 

     Devlet, parasının peşinde 

     Zehra'nın muayenesini yapıyorum. O sırada koğuşun kapısı açılıyor, Adalet Bakanlığı'ndan sivil görevliler giriyor içeriye. Daha önceki bir davadan 7.5 milyon lira para ceza varmış Zehra'nın. Onu tahsil etmeye gelmişler. 111 gündür ölüm orucunda bile olsa alacağının peşini bırakmıyor devlet. 
     Kartal Cezaevi'nde, birinci ve ikinci ölüm orucu ekibinden toplam 10 tutuklu var. Hepsi de vücut ağırlıklarının dörtte birini, hatta daha fazlasını kaybetmiş. Tıbbi olarak büyük risk altındalar. Adale ağrıları, ishal, sese ve ışığa karşı aşırı hassasiyetten, uyku bozukluğundan şikâyetçiler. Ayağa kalkınca başları dönüyor, dengelerini kaybediyorlar. 
     İlk iki ekibin dışında 17 ölüm oruççusu daha var. 40 kadar tutuklu da dönüşümlü olarak açlık grevi yapıyor. 45 gün açlık grevinin ardından 10 gün ara veriyorlar. 
     Zühal ve Sibel iki kardeş. Bir yıldır cezaevindeler. Sibel 25 yaşında 49 gündür ölüm orucunda. 37 kiloymuş, şimdi 31'e düşmüş. Zühal 21'inde, 45 gündür açlık grevinde. 

     “Bir mevsim oldu” 

     Ölüm orucunun 111'inci günü ve çözüm için hiçbir umut yok. Radikal'de çıkan bir haberi defterimin arasından çıkarıp okuyorum sık sık. 'Zafer açlığın oldu' diyor haberin başlığı. Arjantin'de 116 gün açlık grevi yapan 12 siyasi mahkûm, hükümetin isteklerini kabul etmesi üzerine grevi bırakmış. 'Devlet teröristle pazarlık yapmaz' anlayışı Arjantin'e gidememiş iyi ki diye seviniyorum. 

     16 Şubat 2001: "İki gün sonra ölüm orucunda tam bir mevsim doluyor" diyor Gülay. "Bu kadar uzun süreceğini tahmin etmemiştim." 50 kiloymuş, şimdi 32'ye düşmüş. 
     Avurtları çökmüş, incecik bir dal gibi salınıyor yürürken. Gene de gözlerinin içi gülüyor. 
     Canının yemek çekip çekmediğini soruyorum. "Hayır" diyor. "Daha önce de günlerce açlık grevi yaptım. İlk günlerdeki açlık hissi bir süre sonra kayboluyor." 
     Geçen pazar günü durumu kötüleşen 11 kişiyi hastaneye götürmüşler gene. "Tıbbi müdahaleyi kabul etmediğimiz için geri getirdiler aynı akşam" diyorlar. Gerekçe inandırıcı değil. Kabul etmeyeceklerini götürürken de biliyor olmalılar.
     Hükümet yetkilileri operasyonun hemen ardından yaptıkları açıklamalarda kimsenin ölüm orucu nedeniyle ölmesine izin vermeyeceklerini söylemişlerdi. Durumu kötüleşeni hastaneye kaldırıp müdahale edeceklerdi. Zorla müdahale yapılsa bile ölümleri durdurmak bir yana, sayısının artmasını dahi engellemeleri mümkün gözükmüyordu. 

     2 Mart 2001: Cezaevi revirinde dosyalarımızı düzenlerken haber geliyor. Adalet Bakanlığı'ndan talimat gelmiş. Durumu kritik 10 ölüm oruçcusu Bayrampaşa Cezaevi Hastanesi'ne götürülecekmiş. Yarın dokuz günlük bayram tatili başlıyor. Bayramda ölüm haberi gelmesini istemedi herhalde yetkililer. 
     Cezaevi idaresi hazırlıklarını yaparken biz koğuşlara giriyoruz. Sema'nın muayenesini yapıyoruz. Operasyonda baldırına şarapnel parçası girmişti. Bayrampaşa'ya gideceğini öğrenince kızıyor. "Daha dün üç arkadaşımızı aynı hastaneye götürüp geri getirdiler" diyor. "Zeynep sabaha kadar kusmuş gece. Yollarda ölüp gideceğiz hepimiz. Ne istiyorlar bizden?" Başımızı önümüze eğip susuyoruz. 

     “Sararıp dökülmeden önce...” 

     İlk koğuştaki işimizi bitirmeden infaz koruma memurları geliyor. Biz revire dönüyoruz. Koğuşlardan bağırışlar, sloganlar geliyor. Arbede yaşanıyor anlaşılan. Bir süre sonra sesler kesiliyor. Kapının önüne çıkarmışlar. Ambulanslara bindirmek için bekletiyorlar. 
     Yanlarına gidiyoruz. Yüzlerinde zorla götürülmenin öfkesi ve belirsizliğin tedirginliği var. Onları hiç böyle görmemiştim. "Zorla müdahale edecekler bize" diyor Madımak. "Ölmezsek sakat kalacağız. Arkadaşlarımızın yanında kalmak istiyoruz." Bir şeyler söylemeye çalışıyoruz, beceremiyoruz. 
     Sonra tekrar koğuşlara dönüyoruz. Hepimizin canı sıkkın. Koğuşlardakiler ise kızgın. Her girdiğimiz koğuşta bu yapılanın haksızlık olduğunu bağıra çağıra anlatıyorlar. 
     Cezaevinden çıktığımızda hava çoktan kararmış, trafik sıkışmış. İnsanlar bayram sevinci ve telaşıyla evlerine koşuyor. 
     Bizlerse tanığı olduğumuz trajedinin ağır utancı içindeyiz. Ağzımızı bıçak açmıyor. Radyoda Yeni Türkü'nün Can Yücel bestesi çalıyor: "Sararıp dökülmeden önce/Kızaran yapraklar ki onlar,/Şan verdiler ortalığa/Bütün bir sonbahar (...) O çocuklar/O yapraklar/O şarabi eşkıyalar..." 

     18 Nisan 2001: Sonbahar çoktan geçti. Kış da. Her gün ölüm haberleri geliyor. Ölülerin sayısı 12'ye yükseldi. Adalet Bakanı habercilere aynı açıklamayı yapıyor: "F tipi cezaevinden geri dönmemiz söz konusu olamaz. Hiçbir şekilde pazarlık yapmayacağız."