Saray’daki eline almış kumanda cihazını sürekli zap yapıyor.
Zap yaparak kendince zapturapt altına aldığını sanıyor.
Oysa şu dünyada hiç kimse kadiri mutlak değil ve ülkedeki-bölgedeki kaos ortamında hiçbir kumanda cihazıyla zaplayarak ve zıplayarak var olabilmek akıl kârı değil.
Ama aklın ve vicdanın yok hükmünde olduğu bir hükümle ve hükümetle, hâlâ sanıyor ki:
Kumanda cihazıyla (henüz!) yağmur yağdıramasa bile havadaki uçağı bombalatabiliyor; ekrana savaş ve hep savaş geliyor.

Kumanda cihazıyla (henüz!) kar yağdıramasa bile havayı ve ekranı karartabiliyor, karanlık getirebiliyor; neyse ki ‘basının kara günü’nü Erdem’in ve Can’ın gülüşleri aydınlatıyor.

Kumanda cihazıyla (henüz!) dolu yağdıramasa bile barış havasını hep kurşunlatabiliyor; barışın avukatı, avukatımız Tahir Elçi yerde yatıyor.

Hal böyle olunca, mevcut iktidarla en saçma tartışma ona şöyle seslenmektir: “Ama bu yaptıklarınız hukuka aykırı! Ama siz daha önce öyle değil şöyle demiştiniz!”

Tehlike şurada ki bu tür sorgulama mevcut iktidarı ‘tartışılabilir, ikna edilebilir’ bir konuma yerleştiriyor.
Yalan söylüyorlar çünkü hem başka seçenekleri yok, hem milyonlar tarafından hâlâ o yalanlarına inanılacağını biliyorlar. Şiddet uyguluyorlar çünkü başka seçenekleri yok, hem milyonlar tarafından o şiddetin de onaylanacağını biliyorlar. Üstelik çoğu kez yalanlarına ve şiddetlerine de sahip çıkıyorlar, inkâr etmiyorlar. Tutarlılık beklemek, orada öyle burada böyle konuşmalarına şaşırmak, asıl şaşırtıcı olandır.

•••

Düşürülen uçak ile iki gazetecinin cezaevine düşürülmesi bir sürekliliktir ve elbette iki gazeteci düşürülen uçaktan daha önemlidir. Barış simgesi Tahir Elçi’nin katledilmesi ise elbette cezaevindeki gazetecilerden önemlidir.

Aslında bu hafta Erdem Gül’ü ve Can Dündar’ı yazacaktım, bilhassa Erdem’i. “Bizim Ziya Hoca’nın oğlu Erdem” diye yazabilirdim, ama artık “Erdem’in babası Ziya Hoca” diye anılıyor. Erdem’i 1990 yılında yayınladığımız aylık ‘Demokrat!’ dergisi Ankara bürosunun genç gazetecisi olarak tanıdım. Hep gazeteci kaldı, birkaç ay önce rakı soframızdayken bile muhabbetin gazetecisiydi. Can Dündar’ı da 1980, 12 Eylül döneminde ‘yargılandığımız’ (!) Mamak Askeri Mahkeme salonuna gelen genç bir gazeteci olarak tanıdım ve hep öyle bildim.

Ne acı! Şimdi Erdem’den ve Can’dan söz ettiğimiz zaman mutlaka Tahir Elçi’den de söz etmiş oluyoruz. Çünkü failler asla meçhul değil.

•••

12 Mart döneminde Meclis açıktı. Hükümeti kuvvet komutanları kuruyordu. Şimdi de Meclis açık ve hükümeti tek ve mutlak kuvvet komutanı, Saray’daki kuruyor. Askeri Mahkemeler yerine AKP mahkemeleri var. Her şey Saray’daki kumanda cihazıyla zaplanıyor, saptanıyor.

Faşist ideolojinin vazgeçilmezi olan Türk-İslam sentezi yine tam gaz devrede… Seçim öncesinde MHP’yi ekarte ederek ardına dizen AKP bu gazlamayı şimdi Türkmenler üzerinden sürdürüyor. Tahir Elçi suikastıyla engellerin temizlenmesine devam edilirken, Başkanlığa giden yolda yan gözle Kürt-İslam sentezinden de takviye bekleniyor...

Türk-İslam sentezinin aparatı Osmanlı Ocakları, belli ki Ülkü Ocaklarından daha tehlikeli olacak ve AKP adına yeniçeri misyonuyla saldıracaklar. Yeni Türkiye’ye Yeni Çeriler lazım… ‘Esnaf- muhtar-imam üçlüsü’ tespiti çok doğru... Toplumsal muhalefete sokakta asıl bunlar saldırıyor, saldıracak… Ve elbette yeniden dizayn edilen karanlık devlet Beyaz Toroslar yerine Ak Toroslar’ı kullanacak…

Artık bir memleket gerçeğidir: Saray’dan kumandalı Meclis’teki muhalefet de zaplamaya maruz kalabilir ve sesi kısılabilir. Hesap vermeyi bırakın, hesap sormayı yasaklayan bir iktidar varsa, öyleyse bildik tarzlara ilaveten zaplama alanı dışında ‘başka’ bir muhalefet tarzı lazım.

Başka? Haziranlaşmaktan başka bir ‘başka’ var mı?