“Halk ağır vergiler altında ezilirken, saraydaki ihtişam yükselmeye devam ediyordu…”

Tarih kitaplarında kaldığını düşündüğümüz bu cümle, bugünün Türkiye’sini anlatmak için de rahatlıkla kullanılabilir artık. Siyaset Saray’dan yürütülür hale geldikçe, siyasetin merkezine Saray yerleştikçe, Saray siyaseti siyasete damgasını vurdukça, ekonomi de Saray ekonomisi haline geliyor, Saray ekonomisinden bahsetmeksizin ekonomik çelişkileri ve adaletsizliği tarif etmek imkânsızlaşıyor.

Geçen günlerde açıklanan Orta Vadeli Mali Program’a göre Saray’a 2018 yılında 848 milyon, 2019 yılında ise 1 milyar 50 milyon lira tahsis edilecek. Başbakanlığın kaldırılacağı 2020 yılında ise Başbakanlık ödenekleri de Saray’a devredilecek ve tahsis edilen miktar olağanüstü bir artışla 2 milyar 943 lira olacak.

“Gizli Hizmet Gideri” kaleminden, yani kamuoyunda bilinen adıyla “örtülü ödenek”ten yapılan harcamaların miktarını, son Sayıştay raporunda yer almadığı için bilemiyoruz; su tüketimi aboneliği, ısıtma gideri, elektrik gideri, internet harcaması aboneliği gibi kalemler de gizlenmiş durumda olduğu için raporda yer almıyor. Ancak bildiğimiz kalemler var. Buna göre 2016 yılında Saray’da “temizlik” için 2 milyon 48 bin 921 TL, “kırtasiye masrafı” için 1 milyon 540 bin 858 TL, “beslenme, gıda amaçlı ve mutfakta kullanılan tüketim malzemeleri” için ise 1 milyon 216 bin 63 TL harcanmış durumda.

Saray’dan konuyla ilgili olarak yapılan açıklamaya bakıldığında ise bu rakamlar son derece normal, çünkü “itibardan tasarruf olmaz”: “Türkiye Cumhuriyeti devletinin en yüksek temsil makamı, dolayısıyla ülkemizin vitrini olan Cumhurbaşkanlığı nezdindeki faaliyetlerin ‘itibarda tasarruf olmaz’ anlayışıyla, ülkemizin vakarına yaraşır şekilde yürütülme mecburiyeti vardır.

Bununla birlikte tüm bu hizmetler, hem Türkiye’nin büyüklüğüne ve itibarına yakışır kalitede, hem de en uygun maliyetlerle gerçekleştirilmiştir.”

Saray’daki durum böyle, peki ya halk? Önemli küresel araştırma şirketlerinden biri olan Nielsen’in yaptığı bir araştırmaya göre 2016’da % 9 olan ekonomik durum ile ilgili endişe 2017’de % 20’ye yükselmiş durumda. Bu gayet doğal, çünkü toplum da bizzat kendisi yaşayarak ekonomideki gidişatı tecrübe ediyor; işsizlik, pahalı gıda, mutfak masrafları, kira, çocukların okul harcamaları, hepsi toplumun asli gündemini teşkil ediyor.

Birleşik Metal İş Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi’nin hazırladığı rapor ise durumu bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Asgari ücret geçen yıl % 7,9 oranında artırıldı, ancak Eylül ayı itibariyle enflasyon 11, 7 oldu, yani daha şimdiden asgari ücretle geçinenlerin alım gücünde % 3 civarında bir azalma var ve bu da yaklaşık 438 liraya tekabül ediyor. Tek tek kalemler bazında bakıldığında ise kayıp daha da artıyor: Ette yüzde 6,4, ilaçta yüzde 4,5, sebzede 3,4, katı ve sıvı yağlarda yüzde 5, süt peynir yumurtada yüzde 5,3 ve kırtasiyede ise yüzde 13,4 oranında bir kayıp söz konusu.

2003’ten 2017’ye enflasyon yüzde 212 olarak gerçekleşmiş, yani hayat pahalılığı ikiye katlanmış; ancak bunun ücretli kesimlere ve alt gelir gruplarına yansıması çok daha şiddetli. Enflasyon düzenli ücretlilerde yüzde 232’ye, yevmiyeli çalışanlarda yüzde 246’ya, emekli aylığı ile geçinenlerde yüzde 238’e, nüfusun en yoksul yüzde 20’lik kesiminde yüzde 242’ye yükselmiş durumda.
Ücret geliriyle geçinen geniş halk kitlelerinin alım gücü giderek azalırken, buna korkunç bir can kaybı eşlik ediyor; güvencesiz ve taşeron çalıştırmanın doğal sonucu olarak, işçi ölümleri gün be gün artıyor. Güya işçi ölümlerini durdurmak için 6331 sayılı yasanın çıkarıldığı 2012 yılından beri ölümler sürekli tırmanıyor. 2016 yılında en az 1970 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi ve 2017 Eylül ayı itibariyle ölen işçi sayısı ise 1485’e ulaşmış durumda. Sömürü düzeni ve özellikle beton ekonomisi ölü işçi bedenlerinin üzerinde yükseliyor, sermaye bir vampir misali işçilerin kanını emmeye devam ediyor.

“Silah alacağız paraya ihtiyacımız var, borçlanmak yerine vergileri artırmayı tercih ediyoruz” yalanıyla, ekonomideki giderek büyüyen deliğe yama yapılmaya çalışıladursun, belki de 15 yıl boyunca ilk kez Türkiye’de geçim sıkıntısı, yüksek enflasyon, işsizliğin artması, vergilerin yüksekliği ve gelir dağılımındaki adaletsizlik bu kadar yüksek sesle konuşuluyor, “ekmeğin bölüşümü” meselesi belki de ilk kez siyasetin öncelikli meselelerinden biri olma potansiyelini taşıyor.

Bir yanda giderek artan bir zenginlik, saraylara sığmayan bir ihtişam, öte yanda korkunç bir yoksulluk, korkunç bir sefalet var ve bu durum Türkiye’de adıyla sanıyla bir sınıf siyaseti yapmanın, emekçileri siyaset sahnesine çağırmanın zeminini oluşturuyor. Gericilikle ve despotizmle mücadelenin sömürü düzeniyle mücadele etmeden herhangi bir anlam taşımayacağının giderek daha fazla idrak edileceği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Gericiliği, despotizmi ve sömürü düzenini aynı anda karşısına alan bir siyasetin inşası için solun önünde çok ciddi olanaklar var, Türkiye adım adım yeni bir kırılma noktasına giderken sol bu olanaklardan yararlanmalı, kırılma ve altüst oluşlara güçlenerek hazırlanmalı.