Sedat Peker’in 2021 Mayıs’ında başlattığı kampanya böyle çoklu krizlerle sarsılmış ve hegemonik etkisini yitirmekte olan iktidarı hedefliyor ve son haftalarda artan işaretlerle görülüyor ki artık bazı pratik sonuçlar elde ediyor.

Saray kepenkleri gagalanırken
Erdoğan 1 Eylül’deki Adli Açılış Yılı Töreni’ndeki konuşmasında Sedat Peker’i hedef aldı. (Fotoğraf: AA)

HAKKI ÖZDAL

Türkiye, siyasal, ekonomik ve toplumsal açılardan ‘başkalaşımlar’ ile dolu bir 20 yılı geride bırakıyor. Bu 20 yılın yaklaşık olarak ikinci yarısı, 9 yılı aşkın süredir devam edecek şekilde, çoklu krizler silsilesinin damgasını taşımaktadır. Haziran 2013’teki güçlü halk itirazı, AKP-Erdoğan şahsındaki hegemonya projesinin ömrünü keskin bir bıçak gibi neredeyse tam ortasından ikiye yararken iradi bir müdahale olarak değil, tam da “olayların kasırgası” tarafından biçimlendirilmiş, kaçınılmaz ve doğal bir sonuç olarak ortaya çıkmıştı.


Haziran, Türkiye kapitalizminin, din ile tütsülenmiş hegemonya projesini sarsan kasırgaların en önemlilerinden biridir ve o tarihten itibaren ülke, şiddetin de sıklıkla başrole geldiği bir olağanüstülük içinde yer almıştır. 2013’ten sonra hiçbir yıl yoktur ki, bir büyük olayın, parçalanmaların ve beklenmedik birleşmelerin, politik ve ekonomik alt-üst oluşların izi düşmesin. Gülencilerle kopuş, ‘çözüm süreci’nin ilgası, 7 Haziran yenilgisi ve tırmanan şiddet, Suriye savaşındaki mukadder yenilgi ve dış siyasetin toptan çöküşü, darbe girişimi ve karşı darbe, MHP istinadı ve diğer yeni ‘ortak’lar, ‘atı alarak geçilen’ başkanlık düzeni, iktidarın tüm ortaklarında yaşanan iç parçalanmalar, kur şokları, genel iktisadi sarsıntı, enflasyon, ücretli emek başta olmak üzere halkın tümünde yoksullaşma… Ve tabii, çetelerle kurulan ilişkilerde bozulmalar, dağılmalar.

Sedat Peker’in 2021 Mayıs’ında başlattığı kampanya böyle çoklu krizlerle sarsılmış ve hegemonik etkisini yitirmekte olan iktidarı hedefliyor ve son haftalarda artan işaretlerle görülüyor ki artık bazı pratik sonuçlar elde ediyor. Bu tür krizler karşısında ‘feda’yı stratejik bir hata, bir yenilgi işareti olarak gördüğü bilinen Erdoğan’ın, kısa sürede iki danışmanını feda etmesi bu pratik sonuçlardan biridir. Ama dahası da var. AKP-Erdoğan’ın destekçisi durumundaki bazı sembolik isimlerin, kimi siyasetçi, örgütçü ve gazetecilerin ‘endişeli’ beyanları da, bu krizin ‘içeride’ yarattığı etkiyi göstermesi bakımından dikkate değerdir.

Birkaç örneği sıralamalı.

Sabah yazarı ve ‘temsil’ nitelikli savunucularından Okan Müderrisoğlu’nun, Peker’in, patronu Serhat Albayrak’a (devamı da geleceği anlaşılan) bir ‘selam vermesi’ üzerine yazdığı yazıyı şöyle bitiriyordu:

“Türkiye’ye ve Cumhur İttifakı’na operasyon çekenlerin önündeki engelin, yerli ve milli medya olduğu çok açık.

Bu kale sağlam sağlam olmasına da kamu yetkisi kullananlar da kendilerinden emin olup bizim kadar hukuka güvenmeli, ikna edici olmalıdır!”
Müderrisoğlu, bazı ‘mesele’lerin artık örtülemez hale geldiğini görüyor ve bir ayrışma arıyor. “Biz kendimizi savunuruz da [bu kale sağlam], başkalarının yedikleri de bize ilişiyor [kamu yetkisi kullananlar da (…) ikna edici olmalı].” Kimdir bu kamu yetkisi kullananlar? Bakanlar, milletvekilleri, bürokratlar, danışmanlar? Müderrisoğlu’nun endişeli uyarısı, AKP içindeki bir ayrımın leke izi gibi duruyor: Kamu yetkisi kullanan AKP’liler ve ekonomik imtiyazları kullanan AKP’liler. Bürokrasi ve burjuvazi. Mevcut koşullarda, bazı çıkarları zaruri olarak farklılaşan iktidar ortakları. Bunların pek çok durumda, birbirlerinin içinde çözünmüş, ayrıştırılamaz şekilde iç içe geçmiş olduğu gerçeği, birbirlerini suçlama refleksinin önüne geçmeyecek belli ki.
Metin Külünk’ün, “Yolsuzluk iddiaları fırsat, AKP bir arınmayı yaşamak zorunda” sözleri de, Bülent Arınç’ın, “Son dönemlerde yolsuzluk, usulsüzlük ve organize suç örgütleri hakkında yapılan ifşaatlar ve ardından yaşanan gelişmeler kamu vicdanını ciddi bir şekilde örselemekte, AK Parti ve Sayın Cumhurbaşkanımız üzerinde de menfi bir algı oluşmasına neden olmaktadır” mesajı da Müderrisoğlu’nun endişesine koşuttur.

Ama asıl çarpıcı olan sözler en tepeden, Erdoğan’dan geldi. 1 Eylül’de, adli yıl açılışındaki konuşmasında, “Adaletin işleyişindeki aksaklıklardan, eksikliklerden, hatalardan şikâyet etmekle bizatihi bu sisteme husumet beslemek ve çökertmeye çalışmak tamamen başka şeyler” diyor ve şöyle devam ediyordu: “İlki anlaşılabilir, üzerinde konuşulabilir, gerektiğinde diyalogla iyileştirilmesi yönünde adımlar atılabilir. İkincisi ise kabulü asla mümkün olmayan bir davranıştır, hatta ihanettir.”

Burada “üzerinde konuşulabilir” ve “diyalogla iyileştirilmesi yönünde adımlar atılabilir” sözleri dikkat çekicidir. Toplumun geneline yönelik bir yatıştırmanın yanında, hatta bundan daha çok, aşınan hegemonya alanına yönelik bir ‘müzakere’ çağrısı mıdır bu sözler?

Aynı konuşmada şunları da söylüyor Erdoğan, “Birileri, maalesef, ülkemizin adalet sistemini, nerelerle bağlantılı oldukları az çok tahmin edilen suç çetelerinin kirli oyunlarına kurban etmek için var gücüyle uğraşıyor. Karşımıza çıkan kim olursa olsun böyle bir rezilliğe asla izin vermeyeceğiz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, karanlık mihrakların güdümünde istikamet çizilen bir ülke olmadığını herkes görecek.”

Sedat Peker’in, vaktiyle ayrıcalıklı bir ortakları olmasını, ‘korku iklimi’ ihalelerinin ona teslim edilmesini sağlayan özelliklerini, şimdiki çatışmada kendisini korumak üzere yeniden tarif ediyor: “nerelerle bağlantılı oldukları az çok tahmin edilen suç çetelerinin kirli oyunları…” Oysa devleti bu tür müdahaleler ile istikamet çizilebilir hale getiren de bizzat AKP’nin kendisidir: Yürütücüsü olduğu neoliberal proje, devleti emekçi sınıflar aleyhine ve başta sermayenin tüm katmanları olmak üzere tüm egemen güçler lehine yeniden şekillendirirken, bu tümörü de irticalen şimdiki gücüne getirmiştir.
Artık, etrafına ‘danışmanlık’ adı altında dizilmiş bazı iş yürütücülerini zorunlu şekilde feda etmeye başlamasına varan sıkışıklığı; hızla bir devlet krizine dönüşmekte olan bu sürecin, Türkiye kapitalizminin yapısal olarak da yol ayrımına geldiği bir anda ortaya çıkmasından kaynaklanıyor. Türkiye’de bir kez daha dikiş tutmaz hale gelen neoliberal projenin çöküşüne, sermaye sınıfının yekpare bir yanıtının olamadığı, burjuvazinin tüm katmanlarının çıkar ve taleplerinin birlikte yönetilemediği koşullarda…

Marquez’in Başkan Babamızın Sonbaharı romanı, çok geçkin yaşta, sevgiden ve vicdandan yoksun, yaşama tutunmak için kan döken bir diktatörün öyküsünü anlatır. Marquez’in, “saltanatın ini” olarak adlandırdığı Saray’ın çöküşüyle başlar roman: “Hafta sonunda akbabalar, balkon pencerelerindeki kepenkleri gagalayarak başkanlık sarayına girdiler...” Muhayyel bir Güney Amerika oligarşisi başkanının çöküşünü anlatmaya, ‘saray kepenklerini gagalayan akbabalar’ metaforuyla başlaması bugün bizim için de ilham verici.

Evet, sarayın kepenkleri gagalanmakta ve sarsılmaktadır. Ama çatışma, halkın etkisiz bir seyirci konumuna indirgendiği, en fazla tweet okuyup tweet attığı bir vakumlu alanda olup bitsin istenmektedir.

Bu haliyle durumumuz, Melih Cevdet’in şiirine verdiği ad gibi bir “Sabaha Karşı” durumuna benziyor:

Yorgun argın çıktık gemiden,
Bütün gece deniz korkuttu bizi,
Demir tarar, fener sönmüş, mendirek, kaya,
Bereket şarabımız vardı iki testi,
Çiy balık yemiştik, zeytin, bazlama,
Pompa çalışmaz, maşrapalarla boşalttık
Dipteki suyu, karanlığı ve uykuyu,
Sabaha karşı çıktı kırmızı ay.


Dipteki karanlığı maşrapalarla boşaltarak, kendi ‘kırmızı ay’ımızı doğuracağımız zorlu bir yol var önümüzde.