Yeni Şafak’ın pazar günkü “Saray’daki sade yaşamla” ilgili haberi, elbette bir tesadüf değil. Haberi okumayanlar için kısaca özetlemek gerekirse; “Sade hayat Saray mutfağında” başlığıyla dikkat çekiyor ve şöyle devam ediyordu: “Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın mutfağı oldukça mütevazı. Anadolu’nun geleneksel mutfağından farkı neredeyse yok. Emine Erdoğan limon ve elma kabuklarını ziyan etmiyor onlardan sirke kurduruyor. Bir kase çorba veya bir çeşit yemek ve salatayla kurulan sofralar ancak misafir olunca şenleniyor. Evde ayrıca bol bol Rize’nin beyaz çayı içiliyor.”  Yanlışlıkla kilosu 4000 liralık beyaz çay araya karışmasa, her şey yolunda gidiyormuş aslında. Bu tarz haberlerin yapılma nedenleri aşağı yukarı bellidir. Muhtemelen tabanda, saraydaki lüks yaşantıyla ilgili rahatsızlıklar var. Bu rahatsızlıklara set çekmek için de böyle bir PR hamlesi yapılmış, onda da ufak aksaklıklar olmuş. Demek ki, bu işi daha ehil köşe yazarlarının, ağır abilerin kıvırması gerekiyor. Bu haftaki Köşe Vuruşu’nda saraydaki sade yaşam pr’ına bir katkıda bulunmak istiyorum:

Mahçupyan, Osmanlı Sarayı ile kıyaslasın
Geçen hafta, “Kendimi bir Ermeni olarak, daha ziyade Osmanlı hissediyorum” açıklamasıyla gündeme gelen Etyen Mahçupyan, tam kaldığı yerden söz alabilir. Mahçupyan, hazır taze Osmanlı hissiyatı içindeyken, Osmanlı İmparatorluğu’nun tam da o dönemde güçlü görünmek için o Saray’ı yaptırmak zorunda olduğunu gerekçe olarak ortaya koyabilir ve Türkiye’nin mevcut şartlarını da buna paralel inceleyebilir. Hafif akademik, süslü sözcüklerle uzun uzun yazınca gerçekmiş gibi olur, merak etmeyin. Finalde; Osmanlı o dönem borç harç anca yapabilmişti, Yeni Türkiye’nin güçlü ekonomisi, bu sarayı kendi cebimizden yapmamıza imkân verdi diye bir altın vuruş yaparsa süper olur.

Abdülkadir Selvi, belgeyle gelsin
Çizgi roman dünyasının Baltalı İlah Zagoru varsa, televizyondaki tartışma programlarının da Belgeli İlah Selvisi var. Yerli yersiz klasör sallayan Abdülkadir Selvi de olmasa izlenmez o programlar. Selvi bu konuyla ilgili olarak da ters köşe belgelerle gelebilir pekâlâ. Örneğin; mütevazı Cumhurbaşkanı olarak bilinen ve  markette sıra beklerken bile görüntüleri bulunan Ahmet Necdet Sezer’i tersten ele alabilir Selvi. Sezer’in çarşıda, pazarda sıra beklediği anları saat cinsinden hesaplatıp maliyetini çıkarıversin. Nihayetinde Sezer, o sıralarda beklediği saat kadar Cumhurbaşkanlığı yapmamış, işten kaytarmış demektir. Selvi, kaybedilen bu zamanın hesabını sorarak esaslı bir çıkış yapabilir.

Sarayımız sade, yemeğimiz Tirit
Kabataş mevzusunda adeta bir koro disipliniyle yazılarına aynı başlığı atan 14 köşe yazarını yeni bir görev bekliyor. Bu ekip, derhal görev misali bir yemeğe çağrılmalı ve kendilerine sarayın ne kadar sade olduğu anlatılmalı. Nihayetinde bir şey dikkatlerden kaçmasın: 16 Türk devletini temsilen sarayda görevlendirilen ekipteki bir üyenin kıyafeti niye bornoza benziyordu? Çünkü, evdeki eski klozet kapağını bile değerlendiren Derya Baykal misali, evdeki eski bornozlardan kıyafet dikilmişti. Tasarruf bilinci işte bu seviyede. 14 köşe yazarımız, bu kez yazılarına SARAYIMIZ SADE, YEMEĞİMİZ TİRİT başlığını atarak, “sade suya tirit” kadar mütevazı yemekler yedik mesajını topluca verebilirler.  Sonuçta yandaş disiplini bunu gerektirir.

Herkes üzerine düşeni yapacak
Birkaç örnekle açıklamaya çalıştım, lâkin bu saray mevzusu bu kadarla kapanacak kadar küçük değil. Resmi açıklamalara göre bile maliyeti 1 milyar 370 milyonu bulan bu yapının, aslında zaruri bir ihtiyaç olduğu ve içinde mütevazı bir hayatın sürdüğü algısı yerleşmeli. Bu iş için yapılacak PR kampanyasında da para harcanmaktan kaçınılmamalı. Sonuçta mütevazı görünmek bazen epey maliyetlidir. Onca ihtişamın içinde mütevazı görünmekse daha maliyetli. Eee saraya o kadar masraf etmişken, mütevazılığa da biraz bütçe ayrılacak. El mecbur, herkes üzerine düşeni yapacak.