Şaşırtıcı olmayan bir şey söyleyeceğim: Recep Tayyip Erdoğan yine konuştu. Konuşmadığı gün yok, bu yüzden şaşırmıyoruz. Şaşırmadığımız bir şey daha var: Konuşması sırasında eski Cumhuriyet Bayramı törenlerinden söz etti, senfoniden valslere uzandı ve lafını bunlara karşı çıkarak tamamladı. “Cumhurbaşkanlığı külliyesi”nde “cumhur”u ağırladığı konuşmada yaptı bunu. Bayburt’a ithaf edilen hikâyeyi Sivas’ta geçiyormuş gibi anlattı önce. Bilmeyenler için, anlattığı şekliyle özet geçeyim: Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası yani bugünkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO), Cumhuriyet’in ilk yıllarında Sivas’ta verdiği bir konserde, “makbul vatandaş dışında kalan millet”in istemediği eserleri icra etmiş. Konser sonrasında gazeteciler, “konseri nasıl buldunuz?” sorusunu yöneltmiş. Dinleyenler, (Erdoğan’ın deyişiyle “haklı olarak”) şunu söylemiş: “Sivas Sivas olalı Timur’dan beri böyle zulüm görmedi.” Klasik müziği zulüm olarak gören cumhurbaşkanı, sonrasında lafı valslere getirerek, “bunlar fraklı, valsli, şampanyalı kutlamalar yapıyordu” dedikten sonra, o geceki CSO repertuvarını açıkladı: “Köçekçe ve Mozart’ın Türk kültüründen esinle yaptığı Türk Marşı…

Neresinden tutsanız tuhaf ama ben Mozart’ın Türk kültürünü tanıtması meselesine ya da başka bir şeye takılmadan, valsler üzerinden ilerleyeyim. Erdoğan’ın o çok sevdiği, dilinden düşürmediği Osmanlı’nın vals tutkusundan söz edeyim mesela… Öncesinde, Etem Ruhi Üngör’ün “Türk Marşları” kitabından (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1965) bir alıntı yapayım ama: “Memleketimize gelen veya gelmeyen, hatta içlerinde kadınların dahi bulunduğu çeşitli besteciler Türklükle ilgili marşlar bestelemişlerdir… Bunlardan en önemlileri şüphesiz ki Mozart ve Beethoven’in sözsüz besteleridir. Her iki marş da dünyaca bilinmekte ve kullanılmaktadır. Bunların yanında aynı kıymeti taşıması icap eden J. Strauss ve Saint-Saens’in Türk marşlarıdır.” Üngör, Strauss’un marşının elimizde olmadığını söylüyor ve şunu ilave ediyor: “Padişaha takdim ettiği notadan dolayı kendisine 5600 kuruşluk bir yüzük hediye edilmiştir.”

Strauss’un o dönem kayıp olan eseri mühim. Mevzuya ilk değinen, Rauf Tunçay. 1964 yılında Musiki Mecmuası’nda yazmış olduğu yazının başlığı, “Johann Strauss’un Sultan Abdülmecid’e bir hediyesi”. Anlattığı şey açık ama mevzu bu kadar kısır değil. Başka bir şey ararken bu makaleyle karşılaşan ve onun izini süren Ömer Eğecioğlu, Strausslar’ın sarayla karşılıklı alakasını anlatan birkaç makale yazdı ve bunları genişleterek bir kitap haline getirdi: “Müzisyen Strausslar ve Osmanlı Hanedanı” (Yapı Kredi Yayınları, 2012). Kitaptan öğrendiklerimiz şaşırtıcı: Eduard Strauss, Abdülaziz’e bir vals (“Arz-ı Tâzimat”) ithaf etmiş; Isaac Strauss, Abdülmecid için “Constantinople” polkasını bestelemiş ve Johann Strauss, II. Abdülhamid için bir vals yazmış. Sadece sultanlar değil, bu ithaflardan Fethi Ahmet Paşa da nasibini almış. Eğecioğlu, bize enteresan bilgiler veriyor. En çarpıcılarından biri şu: Baba Strauss, 1838’de, İngiltere Kraliçesi Victoria’nın taç giyme merasimi vesilesiyle birkaç eser bestelemiş. Bunlardan ikisinin adı, “Sultan Valsi” ve “Türk Valsi”. Meşhur “Mavi Tuna”nın bestecisi Strauss’un, II. Abdülhamid için yazdığı valsin adı, “Doğu Masalları”. 1892 tarihli bu eser, “doğumunun 50. yıldönümü sebebiyle” sultana adanmış. Şehzadeliği esnasında Paris’e yaptığı seyahatte izlediği bir operadan çok etkilenen ve bunu memlekete dönüşünde ballandırarak anlatan II. Abdülhamid’in, bu hediyeden memnun kalmamış olması olası değil. Selim Demirgil, 1993’te yazdığı bir makalede, sultanın, bu vals karşılığında besteciye bir yüzük hediye ettiğini söylüyor. Eğecioğlu, kitabında, Straussların unvan düşkünlüğünden dem vurarak taltifin bu yüzükle sınırlı kalmadığını ima ediyor. Kitaptan, bestekârlığıyla ünlenmiş Yusuf Ziya Paşa’nın Roma, Viyana ve Paris sefirlikleri sırasında, hanedan adına pek çok müzikal girişimde bulunduğunu da öğreniyoruz. Şüphesiz bu girişimler, bugünkülerin tutunduğu “Türk kültürünü empoze etmek” meselesinden ziyade, Batı müziğini memlekete getirmek bazında ilerliyor.

Osmanlı’nın son döneminde hanedanın Batı müziğine düşkünlüğü aşikâr. II. Mahmud’un, yeniçeri ocağı ve ona bağlı olan mehteri lağvedip yerlerine Batılı bir ordu ve buna yakışır bir bando kurmak için attığı adımlardan en önemlisi, Guiseppe Donizetti’yi getirtmesi. Mahmut Ragıp Gazimihal’e göre 17 Eylül 1828’de İstanbul’a ayak basan ve geldiği anda “Paşa” unvanıyla onurlandırılarak sınırsız yetki tahsis edilen Donizetti, pek çok insan yetiştirdi ve sonrasında Muzikay-ı Humayun’a dönüşecek Saray Mızıka Mektebi’ni kurdu. Bu, Sivas’a gidip halka “zulmeden” Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası’nın ilk haliydi. Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhuriyet icraatı olarak sunduğu bu kurum ve genel anlamda çoksesli müzik, Donizetti Paşa’nın memlekete intikaliyle vücut buldu. Paşa’dan sonra olayın başına getirilen Callisto Guatelli, Abdulhamid’in piyano öğretmeni. Abdülhamid -ki Erdoğan ve arkadaşları pek sever- Batı müziğini seven, alafrangadan haz etmeyen bir padişah. Ziya Şakir’in “Abdülhamid’in Son Günleri” başlıklı yazısından aldığım satırları, sultanın ağzından aktarayım: “[Musikiyi] hem severim hem de anlarım. Evvela şunu söyleyeyim ki güzel nota bilirim. Sonra oldukça iyi piyano ve biraz keman çalarım. Alaturka musikiden pek o kadar hoşlanmam, insana uyku getirir. Alafranga musikiyi tercih ederim. Bilhassa opera ve operetler pek hoşuma gider.” (Son Posta gazetesi, 1 Eylül 1931)

Mevzu derin, hanedanın Batı müziği tutkusu büyük. Bu tarzı Cumhuriyetin “dayatması” olarak kabul eden Recep Tayyip Erdoğan’ın, mevzu üzerine yazılmış kitapları okumasını önermek mümkün ama karşılığı olmayacağını baştan bildiğimiz bir öneri bu. Okumayı, öğrenmeyi sevmiyor Erdoğan. “Saray”ında yalnızlaşmayı tercih ediyor. Fotoğrafı hepimiz gördük: 29 Ekim’de, kendisinden bir hayli uzak halkı selamlıyordu. Halkı sevdiğini söyleyen ama yanına yaklaştırmayan, aralarına (korumasız) giremeyen bir cumhurbaşkanından söz ediyorum. Verdiği resepsiyonda karşısında toplanan, 81 ilden seçilmiş onar kişiden oluşan “cumhur”un bile onu dinlemediğini, senfonili valsli konuşması sırasında kendi aralarında konuştuklarını televizyondan canlı izledik. Televizyondan zira istesek de giremeyeceğimiz bir saray orası. İstemeyiz zaten.

Yazı bitti ama vals mevzuu kapanmadı. Haftaya, arada olağanüstü bir şey olmazsa, sultanların bestelediği valslerden ve bizzat bestelettiği Batı formu şarkılardan söz edeceğim. Dede Efendi’nin “Yine Bir Gülnihal”i bunlara örnek. Onu anayım, mevzuu “inadına” sürdüreceğimi not edeyim ve kaçayım. Malum, bugün oy kullanma günü. Türkiye, bir anlamda geleceğini seçiyor. Seçim yasakları olmasa çok şey söylerdim ama bugüne kadar söylediklerime sayın. Sonrasında çok şey söyleyeceğiz nasılsa…