Herkesin farkında olduğu yasaklı söz ise şu: En hakiki, en içten, en candan terör destekçisi Recep Tayyip Erdoğan’ın ta kendisi ve yanındaki başıbozuk saray çetesidir

Sarayın terör serbestisi: Bırakınız patlatsınlar

Biliyorlardı. Biliyorlardı ve hiçbir şey yapmadılar… Mülkiye Müfettişlerinin 10 Ekim katliamı hakkındaki geçtiğimiz hafta ortaya çıkan raporu bunun kanıtlarından biri. Bildiklerini biliyorduk. Aleni bir sırdı bu. Yarattıkları terör ile aralarında bulunan o peşin uyumdan biliyorduk. Sırıtkanlıklarından biliyorduk. Tuttuğumuz matemle kafa yapmalarından biliyorduk. Söyledik, inkâr ettiler.

Recep Tayyip Erdoğan herkese atabileceği bir çamur buldu; “terörün her türlüsüne lanet” şerhiyle bir “terör jeneriğini” her muhalif figürü kapsayacak şekilde genişletiyor gün güne, savaş çığırtkanlığını, nefret söylemini, milli ve dini esanslı bir fazilete dönüştürerek siyasetin en adisini yapıyor. Zaten onun için kaç kişinin öldüğünün önemi yok. Yerinden yurdundan edilen insanların önemi yok. Kürt illerinde ölen çocukların ve Türk bayrağına sarılı tabutların da önemi yok. “Bizden beş onlardan on, yirmi, otuz…” Ona terör lazım. En az referanduma kadar. Ona operasyonlar, ona şehitler, ona hainler, iç ve dış mihraklar, ona attığı oltaya gelip sivillerin üzerinde bombalar patlatan terör örgütleri lazım. Buyurun terör pazarı serbestisine: “Bırakınız patlatsınlar”.

Savaşa engel olamadık. “Barış” dedik öldürüldük, “barış” dedik terörist ilan edildik, “barış” dedik hapsedildik, sürgün edildik, işaretlendik, işten atıldık… Ölümlere engel olamadık. Doğu’da operasyonlara, “nasıl olsa TOKİ yapılır sonra” diye topa tutulan mahallelerde akan kana, defnedilmeyen cenazelere, teşhir edilen bedenlere engel olamadık. Batı’da insanların sokaklarda birbirine ikramda bulunduğu, parklarda buluşup sorunlarını konuştuğu, herkesin herkesle bir şeyler paylaştığı Haziran 13’ kamusal ortamının çözülüp, yerini bombaların patladığı, insanların korkudan eve kapandığı, daha kötüsü herkesin herkesi ihbar ettiği bir kamusal ortama bırakmasına engel olamadık.

Hal böyle iken, hukukun üstünlüğünün yerini alan polis hukukunun fiili hâkimiyetine şaşıran kimse kalmadı. Canlı bombalara karşı yeterince önlem alınmadığı yönündeki eleştiriler bile polis hukukunun meşruiyetini pekiştiren bir etken olmaya başladı. Terör altın anahtar, her kapıyı açar elbet. Artık bomba korkusuyla daha polis sormadan kimliklerini uzatan, çantalarını açıp üstlerini aratan insanların bu disiplininde iktidarın en samimi arzusunun yerine getirildiğini görüyoruz.

Herkesin farkında olduğu yasaklı söz ise şu: En hakiki, en içten, en candan terör destekçisi Recep Tayyip Erdoğan’ın ta kendisi ve yanındaki başıbozuk saray çetesidir. Kendi vesayetçi medyasından dahi çekinerek koyduğu yayın yasaklarıyla, internet kısıtlarıyla, o son incir yaprağıyla örttüğü ayıp yeri, ihmal kılığındaki terör teşviki ve aslında tüm faciaların, korkunun ve bu patlamaların işine geldiğidir. İşte 10 Ekim’de alınan istihbaratın hasıraltı edilmesinin nedeni buydu.

“Düzen” ve “istikrar” vaatleriyle 1 Kasım’da tek başına iktidarı alan AKP hala kaotik bir terörü tırmandırmaya devam ediyor zira. “Düzen” ve “istikrar” şimdi de rejim değişikliğine endekslendi. Herkes nedenini biliyor: Erdoğan’ın ve suç ortaklarının ipliğinin pazara çıkmaması, olağanüstü hal yönetimiyle muhalefeti yok etmek, artık başkanlık olur yarı-başkanlık olur bir şekilde Erdoğan ile çetesini kollamak ve tahayyül bile etmek istemediğimiz sonrası...

Eğer hakikat bu değilse; Başbakanlık’tan tüm kamu kurumlarına (personeli tehdit etmek için) fakslanan, terörle bağlantısı bulunan kamu çalışanları hakkındaki 16 Şubat genelgesinde beyan edildiği üzere; Ankara Garı Katliamında aldığı istihbaratı sansürleyen, dahası IŞİD eylem planına destek vererek yaralıların üstüne saldıran emniyet görevlileri hakkında ivedilikle işlem yapılması gerekir. Nitekim o gün bazı kamu görevlilerinin 16 Şubat genelgesinde işaret edildiği biçimiyle “terör örgütü ile eylem birliği” içerisinde oldukları müfettişlerin raporunda da görülüyor.

Ama birbirimizi kandırmayalım, onlara bir şey olmaz. Naylondan bir soruşturma açılsaydı da bir şey olmazdı. Onlar hep “sıradan kötüler” olarak kendilerine verilen emirleri uyguladıklarını söyleyerek yırtarlar. Olan böyle suçlara ortak olmayanlara olur. Olan saray rejimine karşı yüzünü karartmayanlara olur. Olan bize olur. Ancak hala canımızı yakan şey devletin bu pişkinliği değil, bombacılara geçit veren saray rejimi değil, 10 Ekim’de başımıza gelenlere açıkça sevinen psikopatoloji… Tarifi imkânsız kederlerin içindeki İsa’yı, Romalı askerin kırbacından daha çok acıtan şey gibi:

Çarmıhı sırtlanmış Golgotha’ya tırmanırken yol kenarında bulunanlar arasından bağırarak ona hakaret ettiği için ölümsüzlükle lanetlenen bir adamdan bahsedilir ya. Cezası hesap gününe kadar dünyada beklemektir. Kimi Hıristiyanlar onun halen aramızda dolaşmakta olduğuna inandığından adı Gezgin Yahudi’dir.

Zorbalığa, zulme ve kıyıma tezahürat eden bu “sosyal tipin”, her devrin “adamı” olup cefaya cefa katan bu ölümsüz Yahudi’nin motivasyonunun ne olduğu önemli. Şu sıralar Türkiye için önemli. Çünkü o “kendileri yapmıştır” dedikçe saray rejimi de “bırakınız patlatsınlar” politikasına devam edecektir.