Ne buyurmuştu Celal Bayar?

Sardı korkular!

Ne buyurmuştu Celal Bayar?

“Bu kış komünizm gelecek!”

Geldi mi?

Gelmedi…

Ama o kış 12 Eylül faşizmi geldi.

Öngörünün böylesine şapka çıkarmak lâzım…

12 Mart’ın başbakanlarından Ferit Melen de şöyle buyurmuştu: “Muhtıra o gün saat 13 bülteninde okunmasaydı, solcular hepimizi Sibirya’ya süreceklerdi…”

Adamdaki korkuya bak! Fanteziye bak!

Hakkâri filan değil!

Düz Sibirya…

Bir CHP afişi hatırlıyorum…

90’lı yılların sonundan… Bir belediye seçiminden…

Afişte, “İran ne kadar uzak?” diye yazıyordu.

Korkunun sahibi başkan adayı, söylediklerine kendisi de inanmamış olmalı ki, birkaç yıl sonra yapılan başka bir seçimde AKP’ye oy verdiğini açıkladı…

Demek ki korkmuyormuş, yalnızca korkutuyormuş…

Celal Bayar gibi…

Ferit Melen gibi…

Bir de korkularında samimi olanlar var…

Samimiyet dereceleri nedir bilemiyorum ama uzaktan bakınca samimi görünüyorlar…

Namık Kemal’in, 1876’da Sultan Abdülhamit’e Kanun-i Esasi hakkında bir mütalâa verdiği, bu mütalâada, Çıplak Mustafa’nın akılda Sait Paşa’yla, zenginlikte Sarraf Zarifî’yle eşit olamayacağını, ama kanun önünde eşit sayılabileceğini belirttiği söylenir…

Çıplak Mustafa, dönemin İstanbul’unda tanınan bir meczup, şöhretli bir deli…

Namık Kemal, Zat-ı Şahane’nin herhalde şöyle düşünmesinden ve korkmasından endişe etmişti:

“Ne yani, Çıplak Mustafa’yla eşit mi olacağım?”

Tabii ki Abdülhamit’in böyle düşünüp düşünmediğini bilmiyoruz ama toplumun özgürleşmesinden korktuğunu biliyoruz… Çünkü aradan iki yıl geçmeden Kanun-i Esasi’yi askıya aldı, Namık Kemal’i de doğduğuna pişman etti…

Ayrıca şunu da biliyoruz ki, Padişah korkularında samimiydi…

Nerede uyuduğu bilinmesin diye sarayın birçok odasına karyola koydurtmuştu.

Bence işlevsel bir güvenlik önlemi…

Zamanın padişahlarına önerilebilir…

Samimi olsunlar…

Osmanlı padişahlarının pek çoğu ileri derecede paranoyaktı…

Çocuklarını, kardeşlerini, torunlarını korkularından ötürü öldürmüşlerdi…

İktidarı kaybetme korkusu, devletin yıkılması korkusu; adına ne derseniz deyin…

Yakın tarihimiz de korku filmi kahramanlarıyla doludur…

Halide Edip, modern çağı yakalayamama korkusundan, bir dönem Amerikan himayesini savunmuştu…

O da belki samimiydi; insanın içini bilemeyiz…

Aynı korkudan Turgut Özal da mustaripti; çağı yakalayamamak…

Çok şükür, onun içini dışını tanıyoruz. En azından fikriyat, neşriyat ve edebiyat camiasından değil de Madenî Eşya Sanayicileri Sendikası’ndan, sermaye camiasından neşet ettiğini biliyoruz.

Süleyman Demirel’in de hakkını yemeyelim… Kendisi, yerli yersiz her şeyden korkardı… Anayasa’dan, grevlerden, ordudan, özgürlüklerden, çöküşten, bölünmekten…

Türkiye’de siyasî efkâr ve ahkâm korkular üzerinden yürür…

Fikir ve hüküm sahiplerinin sahiden korkup korkmadıklarını tespit etmek güçtür ama ahaliyi korkutmakta pek hünerli olduklarını söyleyebiliriz…

Askerî harcamalar devlet bütçesini deve eder… Korkudandır.

Kürtlere seksen sene “kart kurt” deriz… Korkudandır.

Çalışanların hakları dibe vurur, sendikalar, siyasi partiler kapatılır, akademik özgürlükler doğranır; hepsi korkudandır…

Bütün bu korkular, sonunda siyasî bir iklim yaratır.

O iklimde toprağı, sadece kendi ikbaliyle ilgilenen asalak bitkiler, ayrık otları sarar…

Bizde korkular bitmez…

Bazıları 12 Eylül yasalarıyla demokratik bir Türkiye yaratmanın dâhice bir fikir olmadığını idrak edememiş görünüyorlarsa korkudandır…

O fikir sahiplerinin zulümleri, hukuksuzlukları hep korkudandır…

Bizde korkular bitmez…

Sırası gelen korkar…