1 Kasım gecesi sonuçların aşağı yukarı ortaya çıkmasıyla derin bir hayal kırıklığı dalga dalga toplumun ‘yarısına’ yayılıverdi. İnanmazlıkla sarılı öfkenin ilk hedefi oy verenlerdi. Bu millet adam olmazla başlayan ve ‘o kadar insan öldü, hiç mi yüreğiniz sızlamadı’ ile devam eden bu öfke seli, kısa sürede seçimin üç ‘mağlubuna’ da yöneldi.
Çoğunlukla MHP, CHP liderlerine yönelik olsa da HDP yönetimi de ‘bırakın gidin’ tepkisinden nasiplerini aldı. Zavallı derin tahliller de vardı. CHP içindeki saçları sarı boyalı kadınlar tanımının aculluğuyla, Türkiye solu dinle meselesini halletmeli ve dinin önemini teslim etmelidir abuklamaları, sefillikte bir birleriyle yarıştı.
Bu ilk bocalamayı ‘sanki hiçbir şey olmamış, bu sonuç çok olağanmış’, gibi kaldığı yerden aynı şekilde devam etme eğilimi izlemeye başladı.

Şimdi de CHP, HDP ve ÖDP birleşip tek parti olsunlar gibi bir garip beklenti yayılmaya başladı. Es kaza olsa 12 Eylül Darbecilerinin büyük özlemi iki partili Amerikan demokrasisi olduk hiç değilse diye sevinecekler galiba...
Bu tepkilerde ‘ezici AKP iktidarının’ belirsizliği ortadan kaldırıcı etkisinin de rolü olduğu söylenebilir. 7 haziran ile 1 Kasım arası dönemde iktidarı elinde tutanlar ölümcül bir kargaşa çıkarmaktan çekinmeyeceklerini göstermişlerdi. Muhalefette olanların ise, üç siyasal parti ve diğer siyasal güçler, ortaya çıkan bu belirsizliği çözebileceklerine dair bir umut oluşturamadıkları anlaşılmış oldu.

1 kasım seçimini AKP’ nin toplumu ve ihtiyaçlarını iyi anladığı için kazandığını sanmak kaybedenlerin en temel yanılgısı olacak. Türkiye toplumunu anlamak için allamei cihan olmak gerekmiyor. Çok sayıda benzeri gibi zorlu hayat koşullarında ayakta kalmaya, tutunmaya çalışan ‘muhafazakâr’ bir toplum. Muhafazakâr, yani elindeki zaten çok az olanı riske etmekten korkan, bu nedenle önceliği ne kadar az olsa da sahip olduklarını korumak olan insanlar.

Siyaset ise toplumu anlamak ve o ne istiyorsa onu vaat etmekten ibaret değil. Siyaset, en azından özgürlükçü siyaset topluma şimdikinden çok daha iyi koşullara ulaşabileceği bir hayatın mümkün olduğuna dair bir umudu aşılayabilmek demek.

Türkiye, ağırlıklı olarak sağcı o zaman ben de bünyeme sağcıları alırım; Türkiye’ de türban bir statü göstergesi oldu, ben de iki de türbanlı aday göstereyim böylece toplumu anlamış olurum; Türkiye, dindar bir ülke ben de Cuma namazına gitmeye başlayayım diye diye yapılan bir siyasetin ne olduğu ortada.

Mesele, bu denli ağır koşullarda yokluk, yoksunluk içinde yaşayan insanlara koşullarının kader olmadığını başka türden bir hayatı hak ettiklerini ve o hayata erişebileceklerini gösterebilmek.

Üstelik bu siyasal mücadelenin de eşit şartlar altında yürütülmeyeceğini (hele 1 Kasım’dan sonra), iktidarı elinde tutanların dertlerinin ne geçmişte ne de yarın ‘parlamenter demokrasi’ olmadığını bilmek gerekiyor. Sadece bunu eleştirmenin, iktidar demokrat değil demenin hakkaten sadece diktatöre diktatör diyebilmekten öte bir etkisi olmayacağı açık.

Tarihin bu zamanında, bu koşullar altında ve bu ülkede eşitlik, özgürlük mücadelesi yapılacaksa, siyaset bu insanlara başka bir dünyanın mümkün olduğu umudunun nasıl aşılanacağına karar vermekle başlayacak.
Tabii ki sıfırdan değil. Geçmiş mücadeleler, başarılar, yenilgiler, kayıplar ve kaybedilenler; onlar tıpkı sevgili Gülten Akın’ ın sardunyaları gibi bu topraklara ekilip, dikildiler.
‘Yasadır anımsatalım:
Tohum ekenlerin, fide dikenlerin
Kimse durduramaz yağmurunu
Güneşini kimse kesemez’
Mesele, sardunyaları, fideleri, tohumları nasıl bir araya getireceğiz, nasıl yılmadan ama öğrenerek, değişerek bir araya gelebileceğimiz ve umudu yayabileceğimiz. Herkesin kendi özgünlüğünü koruyarak bir arada olabileceği bir ağı nasıl öreceğimiz üzerine tartışmamız gerekiyor.