Yaşamı lanetlemeyi bırakmalı, havayla bile kavga etmeyi. Bugün çok mu sıcak, çok mu yağmur yağdı? İnsanların geleceğe güvenlerini yitirmesi ve hayatlarının âna sıkışıp kalmasıyla, bu tahammülsüzlüklerin bir ilgisi olmalı. TV kumandasıyla kanal değiştirir gibi havayı değiştiremeyeceğimize göre…

Sokak aralarına atılmış taburelere tünemiş çayımızı içerken, sevgilimizle ucundan azıcık görünen bir deniz manzarasına bakıp oraya hayaller iliştirebiliyorsak... Metrobüslerin tıkış pıkışlığında pencereden bir an gözümüze bir bulut değdiğinde, kendimizi düşlere kaptırabiliyor, yorgun argın işten döndüğümüzde sıcacık bir dost sohbeti ya da sevdiğimizin omzumuza yaslanan başıyla her şeyi unutup gülümseyebiliyorsak, ne mutlu... Böyle yaşamaya alıştığımız ve daha fazlasını istemiyoruz diye, üstümüze gelmekten vazgeçmeyecekler elbette; biliyorlar çünkü, umudun kanatları bir kere çarpmaya başlarsa neyin havalanacağını…

Bu yüzden, ucundan azıcık gördüğümüz o deniz manzarasını kapatacak bir başka gökdelen daha dikecekler. O gökdelenin inşaatından düşüp ölen işçileri göreceğiz sonra, deniz manzarası yerine. Polisiyle askeriyle canları istediği zaman haksız da olsalar, taksitlendirip kredi kartlarıyla köleleştirdikleri insanları tepelerken hem en özgürlükçü, hem de en mağdur olacakları malum.

Havva Ana diye tanıdığımız Rabia Ana’yı düşünüyorum da, hiç rahat yüzü görmüş müdür mesela? Sorsak Rabia Ana’ya, anlatmaz neler çektiğini, kaderine yanmayı çoktan bırakmış; yaylaların, nehirlerin, çocukların derdine düşmüş, çünkü biliyor, yaylalar, nehirler, çocuklar, kendilerini savunamazlar...

John Berger, Van Gogh’dan bahseder kitaplarından birinde. Van Gogh’un bir ağaç ya da mısır tarlasını boyarken boyaları kullanışına bakıp tanrısal bir şey arayanlara, Van Gogh’un yaptığı şeyin sadece dünyadaki enerjilerle uyum sağlamak olduğunu, çiçek açmış küçük bir armut ağacını boyarken, özsuyun topraktan yapraklara yükseliş hareketine kendi varlığını da kattığını, bir tomurcuğun oluşma, açılma hareketini taklit ettiğini söyler. Van Gogh için o küçük armut ağacı neyse, Rabia Ana için de o nehirler, yaylalar öyledir, varlığının bir parçası. Elinde değnek, onu askerlerin ve dozerlerin karşısına çıkaran gücü, başka nasıl tarif edebiliriz ki?

Walter Benjamin’in diyalektik imge anlayışında olduğu gibi, bu dünyada her an mevcut olan başka bir dünyanın varlığını hissetmemizin aşkla, sanatla, yaylalar ve nehirlerle bir ilgisi var. Başka türlü katlanamazdık ne bu dünyaya, ne de kendimize…

Kafka, Benjamin’in bahsettiği “başka bir dünya”ya dair şöyle yazmıştı günlüğüne: “Yaşamın görkeminin herkesin çevresinde ve her zaman tüm zenginliğiyle hazır beklediği, ama üstü örtülü olarak derinlerde, gözle görülmez, çok uzaklarda bulunduğu pekâlâ düşünülebilir. Ne var ki, düşmanca, gönülsüz, sağır bir tutum içinde değildir bu görkem; uygun bir sözcük ve uygun bir isimle çağrılmaya görsün, gelmezlik yapmaz.”

Kafka’nın bahsettiği o görkemi çağıracak uygun sözcüğü ararken Kadıköy’den rıhtıma inen bir sokakta, Turgut Uyar’ın “Yılgın” şiirini mırıldanmaya başladım: “Bir sargın umut yakaladım onu kuşandım.

/ Serin mavi bir gökyüzü buldum onu kuşandım

/ Denize doğru sokaklar gördüm onları da kuşandım…” Aradığım sözcük, “sargın”dı, yani tutkulu, candan, içten bir umut…

Yoğunluğunu yitirmiş ve yüzeyselleşmiş hayatlar yaşandığı için, zaman hızlanmış gibi geçiyor, insanı evrende yitik ve güçsüz bırakıyordu. Gelecek yoktu bu yüzden, anlara sıkışıp kalmak, özgürlük sanılıyordu. Ancak, sargın bir umutla, hayata Rabia Ana’lar gibi inanır, özsuyun topraktan küçük bir armut ağacının yapraklarına yükselişi gibi kendi içimizden çıkıp dünyaya karışırsak…