Zafer Köse Kendisine ‘fanatik’ diyen bir arkadaşınızla maç izliyorsunuz. Hakem kritik bir pozisyonda düdük çalışıyor, arkadaşınız koltuktan fırlıyor. “Ne faulü be!” Futbolcunun hareketi ağır çekimde tekrar tekrar gösterildikçe, çalan düdüğün doğru karar bildirdiği kesinleşiyor. Ama aynı görüntüleri dikkatle izleyen arkadaşınız, açık faulü görmüyor. Sizi kandırmaya çalışıyor olamaz. Sahiden farklı bir şey görüyor orada. Arkadaşınızın şiddetli […]

Sarı Zarf’ın sesi

Zafer Köse

Kendisine ‘fanatik’ diyen bir arkadaşınızla maç izliyorsunuz. Hakem kritik bir pozisyonda düdük çalışıyor, arkadaşınız koltuktan fırlıyor. “Ne faulü be!”

Futbolcunun hareketi ağır çekimde tekrar tekrar gösterildikçe, çalan düdüğün doğru karar bildirdiği kesinleşiyor. Ama aynı görüntüleri dikkatle izleyen arkadaşınız, açık faulü görmüyor. Sizi kandırmaya çalışıyor olamaz. Sahiden farklı bir şey görüyor orada.

Arkadaşınızın şiddetli tepkisi ve onayınızı bekleyen ısrarcı sözleri üzerine, ekrandaki gerçeği göstermek için birkaç kelime söylüyorsunuz. Öfkesi patlıyor. Sizi düşmanca davranmakla itham ediyor. Üzerinde durmuyorsunuz.

Toplumsal fanatizm

Fanatizm sözcüğünün karşılığı, sözlüklerde ‘bağnazlık’ diye veriliyor. (Kendisine ‘fanatik’ diyen birçok sporsever arkadaşınızın aslında öyle olmadığını, sözcüğü yanlış kullandığını biliyorsunuz.)

Asla anlama çabasına girişmez bir fanatik. Katı biçimde bağlı olduğu inanca aykırı gerçekleri kabul edemez. Güçlendikçe de karşı tarafın fanatikliğini büyütür, kendine benzetir. Öyle ortamlarda, sağlıklı düşüncelerle iletişim kurmanız çok zordur.
O fanatik arkadaşınızla maçı evde değil de, onun gibi 30 kişiyle birlikte kahvede izlediğinizi düşünün. Bir de benzer durumun, toplumda yaygın biçimde kutsal kabul edilen bir konuyla ilgili yaşandığını düşünün. Haber arşivleri böyle durumlardaki linçlerle, cinnet olaylarıyla dolu.

Bazı insanların mı hakkı?

Fanatizmin düşünmeye ve diyaloga engel olduğu konuların başında, insan hakları meselesi geliyor. Aslında insan olmaktan kaynaklanan hakların neler olduğu değil, bu haklardan herkesin yararlanması tartışılıyor.
İnsan hakları düşmanlarının en etkili yöntemi, ‘karşı’ tarafın insanlık dışı özelliklerinden söz edip, bu haklardan yararlanmasının yanlışlığını dile getirmektir. Hak savunmasında sanki bir karşıtlık varmış gibi göstermeye çalışırlar. ‘Ya şehit olanların hakkı ne olacak?’ gibi tepkilerle konuyu çarpıtırlar. Veya sivillere yönelik bombalı saldırıları mazeret olarak kullanırlar.

Ağır çekimde defalarca izlerken bile gerçeği göremeyen futbol fanatikliği burada da ortaya çıkar. Bazı insan hakları savunucularının o bombalama olaylarını onayladığına sahiden inanırlar. Şiddeti yaratan koşullara ve politikalara muhalefet edenleri düşman görürler. Hele devlet adına hareket eden birilerinin katliamlarını ve provokasyonlarını anlatan birini dinlemeleri mümkün değildir.

On yıllardır iktidarların ve popüler medyanın çabaları sayesinde, ‘insan hakları’ kavramı, toplumda yaygın biçimde, ‘suçluların hakkını savunmak’ gibi bir duygu yaratıyor.

Kaldı ki, ‘suçlu’ kabul edilen kişiler için yasayla belirlenen cezalar bellidir; o kısıtlamalar dışında, doğal olarak insan haklarından yararlanırlar.

Suçlu veya suçsuz, sevelim veya sevmeyelim, her insanın, evrensel olarak kabul edilmiş, doğuştan gelen hakları vardır.

Sonuçta, insan hakları tartışması, fanatizme karşı sağlıklı düşünmeyi savunmaya karşılık geliyor. Ve böylesine zorlu bir konuda öne çıkan insanların doğru örnek oluşturması büyük önem kazanıyor.

Bu alanda memleketimizdeki en doğru örneklerden biri, kuşkusuz, Akın Birdal’dır.

Hümanist ve direnişçi

Birdal, yaşam öyküsünü kaleme aldığı Sarı Zarf kitabında önemli gelişmelere tanıklığını sergiliyor. Son 50 yılda yaşanan dehşetli olaylar, tuzaklar, hileler, büyük acılar, umutlar, derin duygular, zulümler…

KÖY-KOOP’un kuruluşunu da anlatıyor, öğrenci olaylarını bastırmak için yapılan katliamları da. 12 Eylül darbesini, Ulucanlar ve Diyarbakır Zindanlarını da konu ediyor, Aziz Nesin öncülüğünde yürütülen aydın başkaldırısını da. 1992’de kana bulanan Nevruz kutlamaları, 1996’da İHD öncülüğünde PKK’nin elinden alınan askerleri, düşünce özgürlüğü için hazırlanan kitaba destek veren yazarları, hayal kırıklığı yaratan politikacıları…

Kendisine düzenlenen suikastla ilgili, öldü diye bırakıp kaçan saldırganları ve devlet yönetiminden kaynaklanan onca tatsız gelişmeyi anlatırken, Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’dan, karanlık işleri yürüten Cem Ersever’den söz ediyor. Mecburen başka çirkinlikleri, lanetli insanları da anıyor. Ama sonrasında ortaya çıkan uluslararası dayanışmayı, özverili dostları ve yıllar süren tedavi sürecinde tıp biliminin büyük başarısını da konuya ekliyor.

Hele yolunun kesiştiği o güzel insanları öyle bir sıcaklıkla anıyor ki: Aziz Nesin, Yılmaz Güney, Akın Özdemir, Mehmed Uzun, Ayşe Nur Zarakoğlu, Ape Musa, Hrant Dink, Ayşe Pekdemir, Yaşar Kemal, Server Tanilli, Zülfü Livaneli, Vedat Türkali, İlhan Erdost… Her biri dünyamızı aydınlatan daha nice güzel insan.

Bir de isimsizler var. Altı kurşun yarasından dolayı bedeninde hiç kan kalmayınca, kan vermek için koşup sıraya giren gençlerden söz ederken, “Şimdi damarlarımda o devrimci ve direnen gençlerin kanı dolaşıyor” diyor.

Zarif bir savaşçı

Kitabın içeriği, anlatının sesiyle bütünleşiyor. Hatta kitabın anlamını, daha çok bu ses yaratıyor. Onca kötülüğe, onca yalana ve şiddete direnen bir hayatın hikâyesi, alabildiğine yumuşak bir sesle dile geliyor. Öylesine incelikli ama gür. Karşıtına benzemeyen, değerlerini her durumda koruyan büyük bir irade yansıyor.
Anlatıda, ‘fanatik olmak’ ile ‘taraf olmak’ arasındaki fark belirginleşiyor.

Akın Birdal’ın sesi zaman zaman öfkeli çıkıyor elbette. Öfke, sevginin karşıtı bir duygu değil ki; sevgiyle bir arada bulunabilir. Aldırmazlık bulunamaz sevgiyle birlikte. Hele kin ve nefret, asla.

Bu kitabın sesine birazcık kin, hani eser miktarda denir ya, o kadarcık bir nefret bulaşmış olsaydı, ‘fanatikler’ kazanmış olacaktı.

Belli ki, biz kazanacağız!