Gün geçmiyor ki toplumsal yapıda bir yara açılmasın!

Geçen hafta da öyle oldu. Tamamıyla biri birinden ayrı gibi görünen ancak aslında yıllardır aynı kaynaktan beslendiği çok açık olan üç yeni ve derin yara açıldı.

Bunlar, toplumsal dokunun, uzak ara en duyarlı alanları olan, Mustafa Kemal Atatürk, din ve ırk üçlüsüydü.

İrili ufaklı hemen her konuda söyleyecek bir sözü bulanan ve konuşan AKP-MHP iktidarının tek gerçek sözcüsü Başkan Erdoğan, bu üç çok önemli olay karşısında bugüne dek tamamıyla susmayı seçti.

İlginç olan, ana akım muhalefetin ve diğer ses getirmesi gereken toplum kesimlerinin de genel olarak, saldırılar karşısında, iktidar benzeri bir tutumla, kuzuların suskunluğuna bürünmesiydi.

BÜSTÜNE BİLE

Haber programlarında da izlendiği gibi, bir ilkokulun bahçesinde bulunan Atatürk büstünün üzerine, okulun çok sayıda öğrencisi tarafından sandalyeler fırlatılıyor. Gerçekte, duyarlı bir yurttaşın cep telefonuna borçlu olduğumuz o görüntüler, bir büyük toplumsal çöküntüyü sergilemekteydi. İlkokul çağındaki çocukların büstüne saldıracak kadar Atatürk düşmanı olması, her bakımdan olağanüstü bir olaydır. Oyun çağındaki çocukların, bedenini ve ruhunu Atatürk’e karşı bu kadar kin ile dolduran yapı olduğu kuşkusuzdur. Gerçekte, tertemiz çocukların ülkelerinin kurtarıcısı ve kurucusunun bu kadar düşmanlaştırılması, giderek, büstüne saldıracak kadar canavarlaşması, yıllarca, o ve benzeri sınıflarda doğrudan ve dolaylı olarak ekilen kin ve düşmanlık tohumlarının çok acı toplumsal zehridir.

Diğer taraftan o sınıflarda nelerin okutulduğunu ve okutulması gerekenin de okutulmadığını bu hafta açıklanan Yükseköğretim Kurumları Sınavı-YKS sonuçlarında, 96 518 öğrencinin sıfır alması açıklıyordu.

YA MEZAR TAŞI?

İkinci olay, İstanbul-Hasköy’de Yahudi ya da Musevi mezarlığına topluca saldırılmasıydı. Saldırı, yıllardır, İslam dininin, Siyasal İslamcılar tarafından din için savaşı ya da cihadı kutsayan ve bunu topluma dayatan anlayışın doğrudan ve kaçınılmaz sonucudur. Bu olay da, başlı başına ağır bir toplumsal hastalığın dışavurumudur. Ülke içi barış açısından geçiştirilmeyecek denli de önemlidir. Bu nedenle, mezarlık saldırısı üzerine, AKP-MHP iktidarı da onların ülke yönetimini büyük ölçüde devrettikleri Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, çok güçlü bir tepki sergilemesi gerekirdi. Ancak, bu da yapılmadı.

HORTLATILAN IRKÇILIK

Çerkeslere saldırı da daha az yıkıcı değil. Yine geçtiğimiz günlerde, Kayseri’de bir genç, toplu taşıma aracında annesiyle telefonda Çerkesçe konuşurken, bir yolcunun sözlü saldırısına uğradı. Yolcu, Çerkes’çe konuşan gence “Bu ülke Türklerin ülkesi, Türk! Her şey Türk’tür, Çerkes değil. Bu ülkede ikinci dil konuşulmaz; Kürt olsun, Çerkes olsun… Kim olursa olsun. Bu ülke Türk’tür” diyor. Yine, ne iktidarı ve muhalefetiyle siyaset, ne de sözleri ve yazılarıyla kamuoyunun karşısına çıkan çevreler bu olayın üzerinde durdu. Oysa, yalnız diğer ülkelerin değil, bu ülkenin tarihinin de kanıtladığı ve Kürt sorununa çözüm bulunmaması bağlamında günümüzde de kanıtlanan kanlı gerçek, ırkçılığın bir toplumsal yıkımın fitilini ateşlediğidir. Ne yazık ki, bu olay karşısında tüm çevreler sustu, Demokratik Çerkes Kongresi Girişimi tek başına karşı çıktı; yalnız bırakıldı. Girişimin, konuya ilişkin ve gerçeklerin altını çizen açıklaması bir kez daha yazılmalı: "Günümüz Türkiye’sinde ise iktidarın sadık taraftarlar yaratmak adına, ırkçı, milliyetçi, cinsiyetçi, muhafazakâr, dindar ve kindar bir nesil yaratma çabası sebep; sağlık çalışanlarına saldırı, kadın cinayetleri, doğa katliamı ve ırkçı saldırılar sonuçtur.”

Aynı düşünce havuzundan beslendikleri bilinen ve toplumda sarılması ve kapanması hiç de kolay olmayacak ağır yaralar açan bu üç olay karşısında, iktidarın susmasının ne anlama geldiği çok açıktır. Ancak, muhalefetin asla susmaması, genel toplumsal tepkinin de çok ama çok güçlü olması gerekirdi.

Bu üçlüye, yine hafta içinde yaşanan, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması kararının Danıştay tarafından onaylanması; doktorları hedef gösteren imamın ziyaret edilmesi ve kimi üniversitelerde mezuniyet törenlerine getirilen sınırlama ve yasaklar eklenirse kolayca görülür ki ülke, hızla, iç çatışmacı bir ortama gidiyor.

Bugün, 24 Temmuz, Lozan Barış Anlaşmasının yıldönümü; o konuyu bir kez daha yazmayı çok isterdim.

Sonuç olarak, yıllardır, Türkçe anlatamıyoruz, o zaman “Quo Vadis (Nereye) Türkiye” diye Latince soralım!