Sarışın kadın mitinin, sinemanın dolgun hatlı tanrıçası Marilyn Monroe ile başladığını sanıyordum. Monroe ile ilgili bilinen binlerce yanlış şeyden biriymiş bu da.

Sarışın

Semiha Durak

“Yazılarınızı okuyorum” dedi. “Hepsini değilse bile, okuyorum.” Ben sandalyede oturuyorum. O ayakta durmuş, sakallarının arasından bana bakıyor. Gözlerinden dudak kenarlarına doğru, tüm yüzünü kaplayan ‘inanamama’ haliyle beni süzerken, “Ne yalan söyleyeyim, böyle yazılar yazabileceğinizi düşünmezdim” diyor. Hakkımda tek bildiği, dışarıdan beni nasıl gördüğü. İlk kez konuşuyoruz. Daha doğrusu o konuşuyor. “Neden şaşırdınız? Saçlarımın rengi yüzünden mi? diye sormak istiyorum. Susuyorum. Hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Kalabalıklar arasında ismi olmayan, yabancı yüzlerden biri.

Ben sustukça o konuşmaya devam ediyor, her şeyi söyleme hakkı ona bahşedilmiş gibi bir rahatlıkta. Zaten düşününce, pek politik değilmiş yazılarım, edebi yanı ağır basıyormuş. “Yazılarımın politik değil edebi” olduğunu söyleyince, arayıp bulduğunu sandığı “hafifliği” koltuğumun altına yerleştirmiş gibi gülümsüyor.

Sarışın kadınlara dair basmakalıp önyargılarla ilk kez karşılaşmıyorum elbette. Ama zaman ve mekânın etkisinden olmalı, biraz hazırlıksız yakalandım. Bir toplantı salonundayız. Tanrıların bir zamanlar kadın olduğunu anlatan konuşmanın başlamasını bekliyoruz. Üretken anaerkil dünyanın patriyarkanın altında çiğnenip yok edilişinin tarihini dinleyeceğiz birazdan. Çünkü hayat, olay örgüsü ironilerle kurgulanmış bir film gibi akıyor çoğu zaman. Ve eskiden kadın olan o tanrılardan dolgun hatlı bibloları kalmış şimdi geriye. Kırık, çatlak ve parçalanmış.

Sarışın kadın mitinin, sinemanın dolgun hatlı tanrıçası Marilyn Monroe ile başladığını sanıyordum. Monroe ile ilgili bilinen binlerce yanlış şeyden biriymiş bu da. Sarışınların zekâsı ve karakterine dair stereotipik yargıların tarihini Truvalı Helen’e kadar götürenler var. Ama her şey asıl 18. yüzyılda başlamış gibi görünüyor. Fransız dansçı Rosalie Duthe kayıtlara geçen ilk resmi “aptal sarışın.” Konuyu araştıran sanatçı Carlos Salazar’a göre Duthe’nin bu etiketle anılması bir oyunda canlandırdığı ‘güzel ama ruhsuz’ karakterle birlikte başlamış. Hicivlerle süslü oyunda, Duthe’nin karakteri konuşmaya başlamadan önce uzunca bir süre susuyormuş. Ve bu sessiz duruş sahnede onu aptal biri gibi gösteriyormuş. Oynadığı rol ile gerçek kişiliği biraz birbirine karışmış gibi.

Duthe’nin şanssızlığı ‘sessizlik, sağduyulu bekleyiş ve çekingen duruşun’ kendine bir yer bulamadığı; ‘küstahlik ve hazır cevaplığın’ zekâ göstergesi olduğu gürültülü çağların başlangıcında dünyaya gelmiş olması. Salazar, seyircilerin Duthe’nin aslında aptal olmadığını, oyundaki erkekleri parasız/güçsüz bıraktığı an farkettiklerini söylüyor. Burada da sarışınlara yüklenen ikinci basmakalıp yargı devreye giriyor: femme fatale.

20'nci yüzyılın başlarında sarışın mitine asıl şeklini veren, Harper’s Bazaar dergisinde yazdığı makaleleri ‘Erkekler sarışınları tercih eder’ kitabında toplayan Anita Loos olmuş. Yarattığı Lorelai karakteri ile sarışın kadınların aptal olduğu fikrine ‘resmiyet’ kazandırmış. Burası şimdi Marilyn Monroe’nun sahneye çıktığı yer. Loos’un karakterini sinemada canlandıran Marilyn ‘aptal sarışın’ imajıyla bütünleşiyor. Bu imajla zamanla içinde hapsolduğu bir ikona dönüşüyor.

Brad Pitt’in de yapımcıları arasında olduğu, tartışma yaratan Blonde filmini sonunda izleyebildim. Gerilim filmlerinde yüzünden kanlar akarken gülümseyen porselen bebeklere benziyordu Marilyn. Kolundan bacağından çekiştirilip bir oraya bir buraya savrulan güzel ve ruhsuz bir bebek. Rosalie Duthe gibi sessiz değil. Konuşuyor, ama fısıldayarak. Blonde’un Marilyn’in gerçekte nasıl bir karakter olduğunu söylemek gibi bir derdi olmadığı onunla ilgili en önemli bilgileri atlamasından ya da saklamasından belli. Filmde yalnızca travmalarının ve sorunlu karakterinin altı çizilmiş. Yaralı, huzursuz, her an delirebilecek bir kadın portresi izlediğimiz.

‘O kadar da aptal’ olmadığı birkaç sahneyle araya serpiştirilmiş. Dostoyevski’nin ismini telaffuz ettiğinde şaşıran, alaycı erkekler görüyoruz örneğin. Ama hayalindeki rolün Karamazov Kardeşler’in Grushenka’sı ve en sevdiği şairin Rilke olduğunu öğrenemiyoruz. Aslında Marilyn, dönemin kabul gören entelektüelleriyle aynı kitapları okuyor. Üstelik pek çoğundan daha ileri görüşlü ve cesaretli. McCarthy döneminde soruşturulan Komünist Parti üyelerini korkusuzca savunmaktan çekinmiyor. Elia Kazan’ın kendini kurtarmak için Hollywood’daki komünistleri ele verdiği dönemde.
Meydan okumayı seviyor. Grushenka’nın yanısıra, İbsen›in Hedda Gabler’i ya da Emile Zola’nın Nana’sı gibi “güçlü, dramatik rollerde” oynamak istediğini söyleyerek kendi prodüksiyon şirketini kuruyor. Bu, o dönem için gerçek bir başkaldırı demek.

Blonde filmi de dahil, hep bir zavallı Marilyn portresi çizilmeye çalışılsa da gerçek öyle değil. Yaşadığı travmalar ve sevgi eksikliğinden dolayı dünyaya güvensizlikle baktığı doğru. Ama hep savaşıyor. Kendini anlamak, anlatmak ve ciddiye alınmak en büyük derdiymiş gibi. Freud okuyor, dininin Freudyenizm olduğunu söyleyecek kadar çok seviyor. Ezilenlere karşı müthiş bir empati geliştirmiş. 1962’de notlarına şunları yazmış; “Dünyadaki tüm zulüm görenler için güzel duygular besliyorum.” Siyah olduğu için sahneye çıkarılmayan Ella Fitzgerald’in sesini duyabilmeyi Marilyn’e borçluyuz. (Sanki dünyanın bütün sorunu renklerleymiş gibi göründü bir an.)

Aynı cümlede adı geçmese de kadın hareketinin de, Sivil Haklar hareketinin de ilk savunucularından Marilyn.

Tuhaf, ama Marilyn’in gerçekte nasıl biri olduğu galiba en iyi FBI belgelerinden anlaşılıyor. FBI’ın Marilyn’i takibi 1955’te Sovyetler Birliği’ne vize başvurusunda bulunmasıyla başlamış. Marilyn’in ölümünden yıllar sonra açıklanan belgelerde, sürgündeki Amerikalı solcu Frederick Vanderbilt’i Meksika’da ziyaret ettiği yazıyor.

Küba’ya ve Castro’ya hayranlığını gizlemeyen Marilyn, nükleer silah karşıtı komitenin Hollywood’daki temsilcilerinden biri oluyor. 60’larda, yani Küba’nın ve Castro’nun Amerika’nın birincil sorunu olduğu yıllarda. Gündemde füze krizi, Domuzlar Körfezi, Küba Devrimi ve Castro’nun kapattığı kumarhaneler var. Blonde filminde değil ama Adam Summers’ın, Monroe’nun hikayesini soru işaretleri ve tüm gizemleriyle inceleyen, ses kayıtlarını içeren Netflix belgeselinde bunlara yer verilmiş. Summers belgeselin sonunda, aksini gösteren bir kanıt bulamadığı için Marilyn’in intihar ettiğine ikna olduğunu söylüyor. Ama Küba›da kapatılan kumarhaneler, mafyanın Kennedyler ile olan ilişkisi ve bu tehlikeli dünyanın ortasında kendini bulan Marilyn’i karmaşık bir yumak gibi önümüze attıktan sonra.

Bazı kaynaklarda, Monroe’nun mafyanın tecavüzüne uğradığı, tehdit edildiği, evinin ve telefonlarının dinlendiği yazıyor. Mafya, FBI ya da ikisi birlikte! Kennedyler’in mafya ile rüşvet ve yolsuzluklarla kutsanmış bir ilişkisinin olduğu bir gerçek. Hikâyenin bir ucunda, Küba ve kumarhaneler…Castro yüzünden büyük finansal kayba uğrayan mafya, bundan Kennedyler’i sorumlu tutuyor. Ve bütün bunların ortasında Marilyn! İntihar, mafya, FBI, CIA ya da Kennedyler…Marilyn›i öldüren her ne ise, sonunda hepsi aynı yere çıkıyor. Toplumun tüm katmanlarına bulaşmış kötülük ve adaletsizlik.

Marilyn’e daha yakından bakıldığında, zamanının ötesinde, ilerici bir kadın gülümsüyor. Geçmişin sancılarından kurtulmak isteyen ama çırpındıkça dibe batan bir kadın. Aklımda durmadan aynı soru dönüp duruyor, peki ama neden kimse tutmamış elinden?

Erkeklerin yönettiği karanlık bir dünyanın ortasında, kendini bilgi ve güzellikle kuşatan, kimsesizliğine rağmen direnen ama sonunda yorgun düşen bir savaşçıya benziyor Marilyn. Savaşçı bir tanrıça. Kırık, çatlak ve parçalanmış.