Geldi geçti ömrüm yalana benzer…”

 

 

 

                       Bir Dîyarbekir Şarkısından

 

 

 

 

Adına Şikok dedikleri yabani dağ armudu, inciri, narı, cevizi, en çok da üzümü meşhur, yeşillikler içinde bir köydü. Bağlardaki üzüm asmalarını yerden yüksekte tutmaya yarayan bağ, asma çubuklarına “Sarnis” dediklerinden, köye de ad olmuştu Sarnis*.

Dîyarbekir’in doğu yakaya, dağlara doğru meyleden ilçesi Lice’ye yakın sayılır, Lice’nin bir arka mahallesi gibiydi Sarnis. Hepi topu Lice’ye 4-5 kilometre, bağırsan Sarnis’in bağlarından duyulacak yakınlıklaydı Lice.

Köyde aile sayısı, bölgede Kürtlerin “Misas” dedikleri tarım aleti ile ölçülüyordu. Başka yerlerde de öyle miydi? Ama Sarnis’da usul buydu. Elli misas vardı ve elli aileydiler. Hepsi de Ermeni’ydi. Rençperlik, toprak, tarımdı işleri. Şükür ki doğa da olanca nimetini vermişti Sarnis köylülerine.

Bir anda yaşanmıştı yüz yıl evvelki “Büyük Felaket”. O kahrolası ebedi yokoluş günlerinde kadın, çocuk, genç yaşlı demeden diğer yerleşim yerlerindeki Ermenilerle birlikte Sarnis sakinlerini de “qefle”ye** dâhil etmişlerdi. Emir büyük yerdendi. “Fermana Fillan”*** çıkmıştı. Sarnis Ermenilerinin qeflesi Lice Çarşısından geçerken elli ailenin dördünün dört yeni yetme erkek gencini, yaşıtları ve arkadaşları dört Kürt ailesinin gözükara fertleri fırsatını yaratıp kurtarmışlardı. Diğerleri sonu bilinen sürgünlük ve ölüme doğru götürülmüşlerdi.

Sarnisli dört Ermeni genç ayrı yerlerde, Kürt ailelerce ahırda, samanlıkta, gizli kuytularda büyük riskler göze alınarak korunup saklanmışlardı. Uzun yıllar sonra o dört Sarnisli Ermeni ailenin fertleri yaşadıkları o günleri birbirlerine sadece kendilerinin duyabileceği ve anlayabileceği kelimelerle paylaşmışlardı.

Ortalık biraz sakinleşip gençlerin yaşı kemale erince onları kurtaran Kürt ailelerin destekleriyle köylerine dönme ve hayatı yeniden kurma isteği zuhur etmişti.

Tumes, kendi gibi bir kılıç artığı Rihan’la zor koşullarda birbirlerini bulup evlenmişlerdi. Lice’de, hayata söküldüğü yerden teğel atarken becerebildikleri kadarıyla fermanla yok edilen soylarının, ata dede topraklarını yeniden işlemeye çalışıyorlardı. Bir ayakları hep köydeydi. Bağ zamanı, meyve sebze zamanı ve diğer tüm yaratılmış zamanlarda.

Rihan, doğum sancıları çekerken, Lice’nin ebe anası Ağacan’ların kızı Ermeni Saadet Hanım zayıf ama dipdiri bedeniyle beyaz atı Koloz’un üzerinde yetişmişti Rihan’la Tumes’in imdadına. Doğum zor olmuştu ama bir erkek evlat vermişti çiftin kucağına Lice’nin Ebe Anası. Tumes ve Rihan çiftinin yeni neşesi çocuklarının adını Awedis koydular.

Hayat sürüyordu! Ama toprakları yalnızca ölü atalarının değil, herkesin çıplak gözleriyle gördüğü ama nedense suskun kaldığı hakikatlerin de üzerinin örtüldüğü bir hâle bürünmüştü sanki. Gizli bir güç geçmişe dair yaşanmış bütün hikâyelerin konuşulmasını ilânihaye yasak etmişti. Oysa aslolan yaşanmışlıklardı, hikâyelerdi. Hikâyesi olmayan ve paylaşılmayan dam altlarının ocağı ne zamana kadar tüterdi ki! Soykırımların, büyük katliamların, tarihe kaydedilen zulümlerin sorumlularının zihniyetler olduğunu biliyor ve o zihniyetlerle hesaplaşılmadığından bu durum Tumes’i bir kez daha yaralıyordu.

Hikâyeleri olan ve ancak hikâyeleri paylaşılanların var olabilecekleri bir büyük anlatı kuşağından geliyordu Baba Tumes. Çocukluktan yeni yetme gençliğe adım attığı çağında çıplak gözleri önünde yaşamıştı olanca felaket. Kendi aralarında her daim acılarını taze tutmak ve unutmamak için kısık sesle paylaşıyorlardı yaşadıklarını.

Bütün bu anlatılanlar ve hikâyelerin birikimiyle büyüdü Awedis.

Giderek yalnızlaşan ve kuşatılan hayat içinde, bir de zamanla İstanbul, Fransa ve Amerika’da ortaya çıkıp haber yollayan “kurtulanların” çağrısı üzerine çareyi İstanbul’a gitmekte buldular.

Tumes ve Rihan o yaban ellerdeki uzak ve yalnız yeni hayata pek alışamayıp vakti zamanı geldiğinde öte yakaya göçtüler.

Awedis evlenmiş çoluk çocuğa karışmış, hatta torun sahibi olmuştu.

Ama çocukluk günlerindeki Sarnis, yaşlılık günlerinde başka bir özleme dönüşmüştü. Bütün kazandıklarına rağmen İstanbul’a alışamamıştı. Hem nesini sevecekti ki bu garip memleketin! Ne yazı yaz’dı, ne kışı kış. “Şeytan tütün ekip dibine işemiş. Sonra da görüp göreceğiniz rahmet bu kadardır” demişti sanki! Böyle bir şehirdi işte! Ne hayrı vardı, ne bereketi. Ne dost kıymeti vardı, ne ahbaplık kadri…

Dönüp durup Kürtçe klamlar söylüyordu sadece kendisinin duyabileceği seslerle. Bazen sesini yükselttiği de oluyordu nadir durumlarda. “Yine bizimki daldı baba dede topraklarına” diye tebessüm ediyordu ev halkı.

Bawê Seyro, Çemê Çetelê, Yadê Rebenê peşpeşe akıyordu.

En çok Bawê Şukrî” klamı Awedis’i sarıyordu.

Kurtulan dört “Ba fille”**** aileden birinin yaşıtı arkadaşı ile zaman zaman görüşüyordu Awedis. Memleket toprağının havası, suyu çekiyordu işte bir şekilde, hem sıkça rüyalarına da giriyordu Awedis’in Sarnis Çeşmesi.

“Axxx. Tasê kî ava Sarnisê hebuna. Xwezî min tasê kî ava Sarnisê vexarima, u dawîye bimirama…”*****

Diğer bütün Lice Ermenileri gibi Kürtçeyi konuşabilecek kadar iyi biliyordu Awedis.

Hâla Dîyarbekir’de yaşayan ve görüştüğü “kurtarılan” dört aileden birinin yaşıtı arkadaşı yetiştirdi Awedis’e bir kap içindeki Sarnis suyunu.

Yatağında gönül rahatlığı içinde suyunu içip ruhunu yaban ellerde teslim etti Sarnisli Awedis.

 

 

 

Öldüğünde başucunda sayfasının kıvrımından bir bölümü okunduğu anlaşılan kalınca bir kitap duruyordu: “Kalbimi Vatanıma Gömün…”

 

*Sarnis: S’nin yanındaki a harfini e ile a arası bir sesle, s’den önceki i harfini de Türkçedeki ı gibi okumak gerek.

**Qefle: Kafile, Ermenilerin toplu olarak sürgünü.

***Fermana Fillan: Ermeniler için Osmanlının çıkardığı Ferman.

****Ba fille: Baba tarafından Ermeni.

*****Ah, keşke bir tas Sarnis suyu olaydı. Keşke bir tas Sarnis suyu içeydim ve sonra öleydim…