Sınıflı toplumlarda, sınıf konumuna gözlerini kapayan her sözleşme, sömürülenleri böldüğü için, ister istemez sınıfsal sömürüyü kolaylaştırıyor

Sarsıcı ve özgürleştirici bir okuma

CEM EROĞUL

Dr. Barış Ünlü’nün bu yıl Dipnot Yayınları tarafından yayımlanan Türklük Sözleşmesi kitabı, çok kısa süre içinde 3. baskısına ulaştı. Neredeyse dört yüz sayfayı bulan bu kitabın böylesine ilgi yaratmış olmasında şaşılacak bir yön yok. Ben de kitabı elime alınca bir daha bırakamadım ve bir solukta bitirdim. Çok varsıl bir veri tabanına ve yine çok varsıl bir kuramsal kaynakçaya dayanan bu çalışmanın âdeta sürükleyici bir roman gibi okunmasının başlıca iki nedeni var. Birincisi, bizim öykümüzü anlatması. Baştan sona konu biziz: Türkler. Ama Çılgın Türkler değil, Ayıkan Türkler. İkincisi ise, öykümüzü bize ‘anlaşılır’ kılması.

Kitabın önsözüne bakılırsa, Dr. Ünlü’yü bu ürüne götüren süreç, yaklaşık on yıl sürmüş bir sorgulama ve arayış.

Sorgulama, rahatsız edici bir saptamayla başlamış: Bu toplumda çoğunluk gibi olmayanlar, yani soy olarak Türk ya da Türkleşmiş olmayanlar, din olarak Müslüman ve mezhep olarak Sünni olmayanlar, Türklük Sözleşmesinin dışında bırakılmışlar. Olanlar ise, sınıfları ya da başkaca toplumsal konumları ne olursa olsun, kendilerinin bile varlığını tam ayrımsamadıkları bir ayrıcalıklı ortamda yaşamışlar.

Tıpkı Siyahlar karşısında Beyazlar, kadınlar karşısında erkekler ya da sömürge halkları karşısında sömürgeciler ve emperyalistler gibi. Dr. Ünlü, bu benzetmeleri orada bırakmıyor, her biriyle ilgili yazını bizim için özetleyerek, bu ‘ayrımsanmayan’, ‘bize doğal gelen’ ayrıcalıklı dünyanın nasıl kurulduğunu, nasıl işlediğini ve bunun dışında bırakılanlara nasıl acı çektirdiğini gözlerimizin önüne seriyor.

Dr. Ünlü, bunu yaparken, elinde son derece verimli bir bilişsel araca dönüşen ‘sözleşme’ kavramını kullanıyor. Kavramın üstünlüğü, ayrıcalıklı dünyanın sadece devlet gücüyle yaratılmadığını, doğrudan doğruya bundan yararlananların ön ayak olmasıyla, baskı aygıtlarıyla el ele vermesiyle ya da hiç olmazsa yapılanlara göz yummasıyla kurulduğunu ve sürdürüldüğünü ortaya koyması. Kitap, yaklaşık 1870’lerden başlayarak ‘devleti kurtarma’ sorununu çözmek için ne gibi stratejiler geliştirildiğini, nasıl önce Osmanlılık Sözleşmesinin denendiğini, bu yürümeyince nasıl Müslümanlık Sözleşmesine geçildiğini, bu sözleşmeyle Gayrımüslimlerin tasfiyesi gerçekleştikten sonra, Kurtuluş Savaşı’nın önder kadrosunun kararıyla bu sözleşmenin nasıl Türklük Sözleşmesi olarak daraltıldığını, tarihsel gelişmeleri bütün çıplaklığıyla gözlerimizin önüne sererek ortaya koyuyor.

Amacı şu ya da bu kesimi ya da oyuncu grubunu suçlamak değil. Ama yalnızca gerçeklerin göz önüne serilmesi bile, kimi yerde okurun gözlerinin fal taşı gibi açılmasına yetiyor.

Sözleşme kavramının bir başka üstünlüğü, bireysel düşünce ve duyguların da nasıl oluştuğunu anlamamızı kolaylaştırması. Ayrıcalık yalnızca yukarıdan dayatılmayınca, tarafların etkin katılımıyla ya da hiç değilse yapılanlara gözlerini kapamasıyla kurulunca, bu etkin katılımda rol alan ya da suskun kalan bireylerin ‘tinlerinin’¨ oluşum düzeneğini kavramak hiç de güç değil. Bireyler, sözleşmenin içinde ya da dışında yer alanlarla ilgisine göre, bir olguyu görmeyi ya da görmemeyi, duymayı ya da duymamayı, bilmeyi ya da bilmemeyi, bu olguyla ilgilenmeyi ya da ilgilenmemeyi, olgu nedeniyle duygulanmayı ya da duygulanmamayı, çoğu kez bunu açıkça ayrımsamasalar da, gerçekte ‘yeğliyorlar.’ Bu da onların ruhunu ‘Türk ruhu’ olarak oluşturuyor. (Bunun düzeneğini yazar, Bourdieu’nün ‘habitus’lerin nasıl oluştuğuna ilişkin kuramsal araçlarını kullanarak açıklıyor.) Öyle olunca da bu soy (din ya da mezhep) birliği, sınıf dayanışması karşısına çıkan en büyük düşüngüsel engellerden biri oluyor. Sınıflı toplumlarda, sınıf konumuna gözlerini kapayan her sözleşme, sömürülenleri böldüğü için, ister istemez sınıfsal sömürüyü kolaylaştırıyor.

Ama tarih elbette durmuyor. Kimi zaman olayların üzerinden yüz yıl ya da fazlası geçse bile, gün geliyor, sözleşmenin dışında bırakılanların baskısının birikmesiyle, sözleşmenin süregitmesi için varlığı şart olan görmezliğin-duymazlığın-bilmezliğin sürdürülmesi olanaksız hale geliyor.

İşte o zaman ‘ayıkma’ başlıyor. Var olan sözleşmenin sürdürülmesi, gitgide artan sayıda insan için ahlaken olanaksız hale geliyor.

Dr. Barış Ünlü’nün kitabının sarsıcılığının kaynağı bu. Okur olarak yazara duyduğumuz minnetin kaynağı da bu. Çünkü bu tür sarsmalar, ‘özgürleşmeye’ giden yolu açıyor.

¨ Birey Nedir? kitabımda ‘toplumsalın bireysel biçimi’ diye tanımladığım gerçeklik: günlük dilde, ‘ruh.’