Yazık,” diyor Nâzım…
Anlayabilirim
çoğu kere burnumla,
yani en karanlığın, en uzaktakinin bile kokusunu alarak
ve döğüşebilirim,
doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum her şey için, herkes için,
yaşım başım buna engel değil,
ama gel gör ki çoktan unuttum şaşıp kalmayı.
Şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak açık ve alabildiğine genç gözleriyle bırakıp gitti beni
Yazık…

Artık hiçbir şeye şaşıramıyor olmaktan yakınan Nâzım Hikmet gibi bir şaire kimsenin bir diyeceği olamaz. Bu duygunun kayıtsızlıktan kaynaklanmadığını en iyi Nâzım okurları bilir…

Ama ömrünün son yılını yaşayan çok hasta, çok muhacir bir şair için bile şaşıramamak iç acıtıcı, yürek burkucu bir kaygıyı ifade eder.

Çok şey görmüş olmaktan, çok kez yenilmekten; kanıksamakla, alışmakla yüz yüze gelmenin tehlikelerinden kaynaklanan bir kaygıyı…

Claude Levi Strauss, geçen yüzyılın ortalarında, genç bir antropolog olarak Amerika kıtasına ayak bastığında, şaşkınlık uyandırıcı çok şeyle karşılaşmıştı…

Modern Avrupa insanının anlamakta zorlanacağı arkaik aynaya bakma fırsatı bulmuş, o aynada Amerikan yerlilerinin yaşamlarını, çağının bir başka gerçekliğini görmüştü.

Anlattığı olaylardan biri Martinik’te, bir mahkeme salonunda geçiyordu.

Salonda zenci bir köylünün duruşması görülmekteydi.

Köylü, bir kavga sırasında hasmının kulağını ısırmıştı.

Duruşma beş dakika gibi kısa bir sürede tamamlanmıştı. Kulak ısıran köylü sekiz yıla mahkûm olmuştu…

Olanlar Levi Strauss için çok şaşırtıcıydı. Notlarında, bu olaydan şöyle söz etmişti: “Gerçek bir olaya şahit olduğumu kabul edemiyordum. Bugün bile, ne kadar masalsı, ne kadar aptalca olursa olsun hiçbir rüya bana böylesine bir inanılmazlık duygusu veremiyor…

Ne Nâzım Hikmet ne de Levi Strauss, yaşadıkları çağa kayıtsız gözlerle bakan birer seyirciydiler. Kendi çağlarının ve günümüzün çoğunluğuna normal ve sıradan görünen şeyler, onları hayatları boyunca şaşkına çevirmişti.

Siyasi görüşleri, dünyaya bakışları farklı olsa da, adaletsizliği, eşitsizliği, sömürüyü şaşkınlıkla, inanılmazlık duygusuyla yaşamları boyunca izlemişler, izlemekle kalmayıp şiddetli itirazlarını dile getirmişlerdi…

Kapitalizmin, her şeye alışmaya hazır bir toplum yaratma fikrine ayak diremişlerdi…

Bugünün dünyası bize şaşırmamayı öğretiyor…

Akdeniz’deki yüzlerce mülteci ölüsünü olağan karşılıyoruz… Onlarla insanî bir bağ kurmak konusunda çekimseriz. Suriyeli çocukların şehirlerimizde dileniyor olması bizi etkilemiyor. Etkilemesi gerektiğini söyleyen vicdan sahiplerinin kelimeleri bir kulağımızdan giriyor, öbür kulağımızdan çıkıyor. Başörtüsü için haklı olarak sokaklara dökülen yığınların vicdanı, aslında yalnızca kendi özgürlüklerini istediklerini kanıtlayacak bir biçimde sessizleşiyor…

Ahlak sahiplerinin dışında, hiç kimse başkası için bir şey istemiyor. Herkes kendi ikbaline koşuyor.

Bütün bunlara nasıl direneceğimizi bilmiyorum…
Ama şaşırmakla, inanılmazlık duygumuzu harekete geçirmekle başlayabiliriz…
Şaşırmalıyız, evet…
Şaşırmak yalnızca iyi bir şey değildir.
Şaşırmak aynı zamanda bir erdemdir…
Önlerinde konuşma yaptığı bisikletçilerin huzurdan çekip gitme isteğini fark etmeyen adama şaşırmalıyız…
Yönettiği ülkedeki asgari ücreti bilmeyen adamın ilgisizliğine şaşırmalıyız…
İşçiyi köle sanan, “nankörlük yapma,” diye bağıran adamın barbar kapitalist zihniyetine şaşırmalıyız.
Kendi gücümüze, kendi varlığımıza bile şaşırmalıyız…
İlk kez yüzde onu bulmamıza şaşırmalıyız…
Onları korkutuyoruz; şaşırmalıyız…
Onlardan korkmuyoruz; şaşırmalıyız…
Biri kulağımızı ısırıp koparmış gibi…
Strauss’un hissettiği gibi…
Doğru bulduğumuz, haklı bulduğumuz, güzel bulduğumuz her şey için, herkes için…
Şaşıramamaktan korkan Nâzım Hikmet’in hatırası için…
Şaşırmalıyız.