Uzun zamandır eskicilerin tezgâhında rastladığım satılık eski fotoğraflar ilgimi çekiyordu. Fotoğraflara baktığımda çoğunun anı fotoğrafları olduğunu gördüm

(2005 yılında İFSAK dergisinde yayınlanan yazımı düzenlenmiş haliyle paylaşıyorum. (Kişisel ve toplumsal belleğimize sahip çıkmamız adına...)

Uzun zamandır eskicilerin tezgâhında rastladığım satılık eski fotoğraflar ilgimi çekiyordu. Fotoğraflara baktığımda çoğunun anı fotoğrafları olduğunu gördüm. İlginç geldi bana. Daha sonra sahaflarda da sıkça rastlamaya başladım. Şaşırtıcıydı... Kim ne için satmak isterdi ki geçmişteki anılarını? Hüzünlüydü, ya da bana öyle geldi...

Geçmişte seyrettiğim bir filmi anımsattı. Alacakaranlık kuşağı filmlerindendi. Filmin yönetmenini de, oyuncularını da şimdi  anımsamıyorum. Bilimkurgu bir senaryosu vardı. Zaman belki 21. yüzyılın sonu veya 22. yüzyılın başı. Üretim araçlarının robotlar tarafından çalıştırıldığı/kullanıldığı bu dünyayı yönetenler; doyumu -sahip olmanın doyumsuzluğunda- eğlence ve keyif aracı olarak açlıktan kırılan işsiz insanların anılarını satın almakta buluyorlar. Bunu ise teknik aletlerle donatılmış belli merkezlerde insan kafasına takılan elektrotlar sayesinde yapıyorlar. Filmin kahramanı önce direniyor belleğinde sahip olduğu anıları satmaya, fakat sonunda açlığa ve sefalete gücü yetmiyor ve her sattığı anı karşılığında bir süre geçinebilecek kadar para alıyor. Ancak o anı ile ilgili artık belleğinde hiçbir şey kalmıyor. Belleğinde kalan son anıyı sattığında ise yaşama bağlanacak hiçbir şeyi kalmıyor ve ölümü seçip intihar ediyor. Son anısının aşkına ait olduğunu anımsıyorum.

Anı fotoğraflarını satan satıcılarla sohbete girip araştırmaya koyuluyorum. Bu fotoğrafları kimden alıyorlar? Kim ne için satıyor bunları? Eskiciden aldıklarını söylüyor birçoğu. Anılarını satmak gibi geliyor bana -çok mu duygusal düşünüyorum bilemedim- Ölen bir yaşlının ardından pencere önünden geçen eskiciye satıyorlar. -eşyaları, kitapları ve fotoğrafları- Yaşarken kimsesizlik ve yalnızlık var burada. Kim bilir yalnızlığına nasıl ilaç gibi gelmiştir o fotoğraflara bakmak, belki bazen hüzünlü gelmiştir anılarını canlandırmak. Ama yine de insana özgüdür hüzün. Varolmanın, kendi olmanın bir parçasıdır. Yaşarken satmayı hiç düşünmemiştir bile bu fotoğrafları. Ölenin ardından satanlar ne düşünüyor?

Sürekli bir şeyleri çağrıştırıyor bende. Gogol’un “Palto” oyununu mesela. Gogol’ün oyun kahramanı Akakiy Akakiyeviç Çarlık Rusya’sında yaşamaktadır. Sahip olduğu tek şey, bir hayli eskimiş olan, sırtındaki emektar paltosudur. Paltosu onun her şeyidir, arkadaşıdır, sırlarını paylaştığı dostudur. Nice zamanlar geçirmiştir onunla, evidir, beraber yatıp kalkmışlardır. Paltoyla konuşur, onunla paylaşır, ona anlatır her şeyini. Bir insan gibidir paltosu. Kış yine bastırmış fakat paltosu çok eskimiştir. Terziye götürür onarılsın diye. Terzi elden geçirilecek, artık yamanacak hali kalmadığını söyler. Varını yoğunu satar ve yeni bir palto diktirir. Fakat hiçbir şey eskisi gibi değildir, sonunda soğuğa yenilerek ölür. Gogol paltoyu simgeleştirerek Rusya’da bir dönemi bitirip yeni bir dönemi anlatır. Palto Akakiyeviç’in bir bakıma belleğidir.

Bir de Çehov’un “Vişne Bahçesi” var, hatırlayalım. Öykü yine Çarlık Rusya’da geçer. Aristokrat bir aileden gelen Ranyerskaya’nın yaşadığı mekân vişne bahçesinde hayli gösterişli bir malikânedir. Ancak Rusya büyük bir değişim içindedir. Kendinden önceki neslin yaşadığı ve kendisinin doğduğu bu vişne bahçesine bakmak ekonomik olarak zor gelmeye başlamıştır. Malikânenin uyanık kahyası, Ranyerskaya’ya vişne bahçesindeki ağaçları kesmeyi önerir. Ranyerskaya Rusya’nın düzenine ayak uyduramamıştır ve hiç istemediği halde malikaneyi evin üçkağıtçı kahyasına satmak zorunda kalır. Kahya evi satın alır almaz ilk işi vişne ağaçlarını keser. Evin kapısına kilit vurur ve pencerelerine tahta çakar. Fakat malikânede iki kuşak birlikte yaşamış yaşlı uşağını unutmuştur. İçeriden “beni burada unuttunuz!” diye bir ses gelir fakat ağaçları kesen hızar sesleri yüzünden kimse bu feryadı duymaz. Rusya’nın geçirdiği bu tarihsel süreci vişne bahçesinde geçen olaylarla anlatan Çehov, bir dönemin bittiğini ve yeni bir dönemin başlamasını oyundaki belleğin temsilcisi uşağı hapsederek simgeleştirir.

Gelişmiş stüdyolarda anılarını satmak zorunda kalan bilimkurgu film kahramanı ile Gogol’un oyunundaki kimsesiz Akakiyeviç, Çehov’un Vişne Bahçesi ve son olarak da anı fotoğraflarının satıldığı kimsesiz yaşlının ortak özelliği, belleklerini (yani anıları, paltoyu, uşağı ve anı fotoğraflarını) yitirmeleridir. Bellek yittiğinde ise; bir yaşam gerçekte o zaman biter. Bedenin fiziksel ölümü, bize yokoluşu anlatmaz, asıl yokoluş bellek yittiği zaman gerçekleşir ve ne yazık ki belki de bu yüzden anı fotoğrafları eskicilere satıldığında kara ölüm, uzun saplı tırpanıyla zaferini ilan eder, bellekse “beni burada unuttunuz!” çığlığını kimselere duyuramaz.