Savaş alanı

ONUR AKYIL

Masa devrildiğinde artık yalnızca sessizlikten söz edilebilirdi. Denge bozulmuştu; şimdi masanın etrafında olup, ona, masaya tarif edilmesi olanaksız yüzlerle bakanlar, zaman nedir gerçekten anlamışlardı. Sadece üç ya da dört; beş olsa ne değişir; saniye içinde insanın bütün bir yaşamı tükenebiliyordu. Masanın yakınındaki ağaç, ağacın dibinde, insan gürültüsünden rahatsız da olsa uyumaya çalışan kedi ve belki gözle görülemeyecek kadar küçük, uçuşan onlarca başka canlı üç ya da dört saniye içinde olup biteni önemsememişti. İnsanlar; medeniyet mimarları, teknolojiyi geliştirenler, gaz odalarının kapılarını duygusuz kapayanlar; yalnızca onlar, insanlar olup bitene durgun bir tepki veriyorlardı.

Çok değil yarım saat önce hayat tüm olanaklarıyla sürüyordu Senem için. Önümüzdeki hafta, Salı günü, saat iki gibi bir yere uğrayacaktı çarşıda. Şimdi oranın, o uğrayacağı yerin, günün, saatin herhangi bir önemi kalmamıştı. Karın boşluğunda açılan yarık ve karın boşluğunda açılan bu yarıktan hemen sonra karaciğerinde oluşan yırtık ve daha sonra sağ böbreğinde başka bir yırtık daha… Sonra sırtına, birkaç kez sırtına ve en sonunda da bacaklarına ve kalçasına girip çıkan, Tepeceik’ten alınmış, Kasapoğlu etiketiyle metal sapı parlayan bıçak…

Konuştukları şeyler daha da öfkelendirdi ikisini de… Mehmet Rıza, cezaevinden, abisinin görüşünden çıkıp, Buca’dan Karşıyaka’ya geçerken, ‘iyilik’ vardı aklında, zihninde, ruhunda. Abisinin görüşte söyledikleri işlemişti içine… İyi bir yer değildi cezaevi, üstelik sevk vakti geldiğinde, mutlaka çok daha beter bir yere gidecekti. Ne yap, ne et o işi tatlıya bağla, hallet, çöz demişti Mehmet Rıza’ya… Belki belinde gizlemeye çalıştığı, görüş yerine nasıl soktuğunu anlayamadığı bıçak söyletmişti bunları…

Mehmet Rıza cezaevinden çıkarken aradı Senem’i. Gelecekti Senem. Kız ikiletmedi bile bu defa. Üstelik öyle, daha önceki konuşmalar gibi soğuk bir tonda yoktu sesinde. Yatakta, sıcak yaz gecelerinde, kulağının dibine nefesi değen karısının sesini duydu sanki Mehmet Rıza telefonda. Boşandığı kadının uzaklığıyla, telefondaki ses arasında gidip geldi. İçindeki iyiliğe yordu sesin ona ulaşırken kazandığı koyu tonu. Gülümsedi belli belirsiz; bu buluşma nerelere varacaktı kim bilir… Belki haftaya ya da bir sonraki hafta abisinin görüşüne birlikte giderlerdi Senem’le.

Mehmet Rıza Karşıyaka’ya varıp, Senem’le buluşacakları yere doğru yürümeye başladı. Dağınıktı biraz ama umutsuz değildi. Fakat hayatın tuhaf bir ayrıntısı olarak umutsuz olmamak, herhangi bir umudun olduğu anlamını da taşımıyordu. Öyle işte; bir yürümeye sıkışan, insanı dünyanın dört bir yanına götürüp getiren düşünceler, düşünceler, düşünceler. Biraz iyilikse, işte yalnızca bundan, başka bir şeyden değil.

İşte göründü Senem’in saçları, evet, saçlarını, başının ardını gördü eski karısının Mehmet Rıza. Bir zaman pek insanca olmasa da hatta vahşice bile sayılabilir, göğsüne bastırdığı ve pek beceremese de ‘güzel’ şeyler söylemeye çalıştığı karısının başının ardı ve saçları. Bir uçurumun içinde başlayan başka bir uçurum… Gözleri karardı nedense, hemen, birden, aniden gözleri karardı. İnsan böyledir işte, onun gerçeği bu kadardır, ömrü kısa, diğerlerinden kısa ama sonsuzluğun içinde sönüveren bir yıldız gibidir insan; insan ve insanın düşünceleri.

Mehmet Rıza’nın her adımında içindeki iyiliği bastırdı insanlığı. Senem’e yaklaştıkça, eski bir eş olmaktan sıradan bir insan olmaya doğru evrildi. Üstelik bu evrim için ne haklı ne de haksız bir nedeni vardı; fakat artık ilerlediği şeyin yalnızca bir buluşma, bir konuşma olmadığının farkındaydı sanki. Korkuyordu bile sayılabilir, insan her zaman olacaklardan korkar ama itiraf edemez kendine.

Mehmet Rıza iyice yaklaşmıştı, bir ses çıkarsa, ellerini birbirine vursa mesela, dönüp ardını bakardı Senem. Her zaman yarı kağalı, yarı açık olan şiş sarışın gözleriyle görürdü Mehmet Rıza’yı; görürdü ve başını çevirdiğinde Mehmet Rıza’ya doğru ilk sözü ne olurdu… İşte tam da bu ana Mehmet Rıza alev aldı, içi kabardı, gözleri kısıdı, saç dipleri gerildi, eli beline, cezaevinde görüşe bile sokmayı başardığı Kasapoğlu’na gitti. Sonra her ne düşündüyse bıraktı Kasapoğlu’nu, masanın öte tarafına doğru bir iki adım attı ve göz göze geldi Senem’le.

İkisinin de içlerinde, ruhlarında mı demek lazım bir şey gerilip gerilip gevşiyordu. Pek de sıcak olmayan birer çayı zar zor içtiler, düğümlene düğümlene boğazları… Ağızlarından sesler dökülüyordu dökülmesine ya konuşmak değildi bu ama başka bir ifadesi de yok hani; evet, konuşuyorlardı. Fakat ağızları her açıldığında, hangisi açarsa ağzını, diğerinin teninden, etinden geçmişine kadar ters yüz olmuş bir kirpi dolaşıyordu sanki. Kuşku yok ki anlamadılar bile birbirlerini, ne dediklerini, ne anlattıklarını anlamadılar. Başka başka yerlerdeydi kafaları, başka bir gerçeği dillendiriyorlardı; dolayısıyla gerçek, gerçekten başka her şey olmuştu. Belki de bundan arttı öfkeleri, neyi anlattıklarının bile farkında olmamalarına rağmen bunca konuşmalarına… Tuhaftır ne de olsa insanın gerçeği, tuhaf ve anlamsızdır.
Sonunda, eninde sonunda olan oldu. Kasapoğlu sabahtan bu yana söylenen her şeyi eşitledi Mehmet Rıza’nın kendisine karşı koyamayan elleriyle.
Kasapoğlu sıradan bir parkı olay mahalline çevirdi, kendini de suç aletine, zamanı suçun işlendiği tarih olarak sabitledi, elbette Mehmet Rıza’nın bilinçsiz kuvvetiyle…
Onca insanın, hatta parkta oynayan çocukların gözü, kulağı, tarihi önünde olup bitti her şey; üç ya da dört saniye içinde. Mehmet Rıza abi söz dinlememiş, cezaevinin kötü bir yer olduğunu unutuvermiş, öfkesine yarenlik etmişti.

Mehmet Rıza masanın dengesini bozdu.

Senem yere düştü. Sandalyeden düştü. Düştü Senem, ölüme doğru, ölümün olduğu yana düştü.
Herkes baktı.

İnsan tarihi kurmaya devam ediyordu işte, şaşılacak ne var? Üstelik eğer tarih yazılıyorsa, her yer savaş alanı, herkes düşman olabilirdi. Öyle değil mi?

Birkaç saat sonra, çaycıda çalışan eleman masadan boş çay bardaklarını alabildi. Hayatın akışı savaş alanını temizlemişti.