Küreselleşme, ABD merkezli Batı sisteminin hâkim olduğu bir düzeni ifade ediyor. ABD’nin “liberal uluslararası düzen” dediği bu sistemi hem Çin hem de onun büyümesinin yarattığı imkandan faydalanan Rusya kabul etmedi. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve buna tepki olarak gelen ağır yaptırımlar, küreselleşmenin yavaş ölümüne giden yolu hızlandırdı. Bu savaş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın jeopolitiğin daha ağır basacağı aşamaya geçilecek.

Savaş, küreselleşmenin ölümünü hızlandırdı mı?

Ukrayna savaşına dair en riskli sorun, savaşın getirdiği bütün sivil kayıpları ve yıkımın ötesinde, bunun küresel sistemindeki büyük bir gerilimin öncü şoku olması ihtimali. Kapitalizmin dünyaya yayıldığı ve bütün güçlü ülkelerin kapitalist olduğu bir dünya düzeni geçmişte kendi başına bir sorun ve tehdit kaynağı oldu. Dünya bunu 20. yüzyılda iki kez deneyimledi. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin yarattığı askeri, siyasi etkiler, sarsılma ve tabii ki bunun insani boyutu çok önemli. Ama bütün bu yaşananların 1990’lardan itibaren küresel sistemin hakim normu haline gelen küreselleşmeye ya da küreselleşmenin bu gelişmeler üzerindeki etkisini daha fazla tartışmak gerekiyor. Bu yazıda Ukrayna savaşının küresel sistem açısından ne anlama geldiği üzerinde durmaya çalışacağım ve bunun hangi sistemik eğilimleri tetikleyebileceğini tartışacağım.

RUSYA NE YAPMAYA ÇALIŞTI?

Küreselleşmenin geldiği nokta ve onun savaşla ilişkisine geçmeden önce Rusya’nın Ukrayna işgali ile ne yapmaya çalıştığına kısaca değinmek gerekecek. Küresel kapitalist sistem içindeki iş bölümünde Rusya’ya enerji, tarım ve bazı değerli metaller ihracı, Çin’e ise dünyanın üretim bandı olma işlevi verilmişti. Batı’nın 1990 sonrası oluşturduğu, ABD’nin “liberal uluslararası düzen” dediği bu sistemde ana hatlarıyla ABD bilişim teknolojisinde, uzay ve savunma sanayiinde ilerlerken, Almanya (AB), Japonya ve G. Kore de daha geleneksel sektörlerde yoğunlaşacaklardı. Hindistan’a ekonomik açıdan gelişmekte olan ülke muamelesi yapılırken bu ülke “outsourcing”, yazılım, pırlanta ve demir çelik gibi alanlarda yoğunlaştı. Hem Çin hem de onun ekonomik büyümesinin yarattığı imkandan faydalanan Rusya ABD’nin kurduğu düzeni kabul etmedi. Bunda kendi açılarından haklılardı. ABD kurala dayalı olduğunu iddia ettiği bu düzende gerektiğinde kuralları kendi lehine değiştirebiliyor ama başka güçlerin, ülkelerin onun koyduğu kuralların dışına çıkmasına izin vermiyordu. Çin, küresel ölçekte uzun vadeli, alttan alta işleyen ekonomik/stratejik bir mücade biçimini tercih ederken, Rusya daha çok kendi çevresi ve Ortadoğu’da ABD’ye karşı askeri hamlelerle mücadele arayışına girdi.

Bu iki güç, ABD merkezli Batı sisteminin kendilerine dayattıkları hiyerarşik düzende daha aşağıdaki konumu kabul etmedi ve bunu Rus ve Çin liderleri her zirvede bir bildiriyle duyurdular. Yöntemleri, hedefleri farklıydı ama bu statüko ikisine de memnun etmiyordu. Çin “stratejik sabır” politikası izlerken, Rusya elindeki askeri imkânları, bazen gücünün sınırlarını zorlayarak devreye sokmaya başladı. 2008’de Gürcistan, 2014’te Kırım, Donbas, 2015’te Suriye, dolaylı olarak Libya. Bunların yanında 2020’de Karabağ savaşında rol oynayıp, savaşın bitiminde buraya asker sokarken, Ocak 2022’de gösterileri bastırmak üzere Kazakistan’a girdi ve Şubat ayında Ukrayna’yı işgal etti. Ukrayna savaşına dek bu askeri eylemler Rusya’yı uluslararası sistemde korkulan bir ülke haline getirdi ve sistemik bir değişim yaratmadı, Rusya’yı daha fazla güçlendirmedi, yalnızca kendisinden daha zayıf aktörlere karşı askeri gücünü rahat kullanan bir ülke görüntüsü yarattı. Ukrayna ise topyekûn bir işgal yoluyla Rusya’nın yeni bir statüko oluşturma, küresel sistemde kendisine yeni bir konum elde etme çabası olarak farklılaştı. Ukrayna stratejik olarak çok önemli bir coğrafi konumdaydı ve Rus siyasal düşüncesi, devlet aklı, büyük güç olabilmek için Ukrayna’nın, Rusya’nın en azından nüfuz bölgesi içinde olması gerektiğini savunuyorlardı. Hatta Brzezinski gibi stratejistler bile bunu dile getiriyorlardı.

KÜRESELLEŞME NEYDi?

1990’lar boyunca her siyasal konuşma “küreselleşen dünyada...” diye başlardı. Hem günlük tartışmalarda, hem de akademik alanda küreselleşme kavramı giderek seyreldi, gündemden düşmeye başladı. Küreselleşme, iktisaden neoliberalizmin, siyasal olarak kimlik siyasetinin, bunun yansıması olan insan haklarının, demokrasinin, ideolojik olarak liberalizmin, kültürel olarak postmodernizmin ve uluslararası ilişkiler sistemi olarak da ABD merkezli Batı sisteminin hakim olduğu bir düzeni ifade ediyordu. Bu dünyada fikirler, mallar, para, bilgi, sınırlı da olsa insanlar hızla yer değiştirecek, sınırların önemi kalmayacak, ulus-devletlerin önemi ve gücü azalacak, üretim, planlama, pazarlama ve tüketim ulusal değil tamamen küresel olarak düzenlenecek, bütün ekonomiler birbirine karşılıklı bağımlı hale gelecek, dünya ekonomisi liberalleşecek ve önce bölgesel entegrasyonlarla başlamak üzere küresel bir entegrasyon yaşanacaktı. Bunun tepesinde ABD hegemonyası düzenleyici bir mekanizma olarak bulunacak ve bu açık sisteme isteyen ülke dahil olacaktı. Olmayanlar enterne edilecek, çevrelenecek, baskı altına alınacaktı. Bütün yerküreyi kapsadığı için, tekil ülkeler için bu düzenin dışında kalmanın bedeli yüksek oluyordu.
Ekonomilerin ulusal niteliğinin kaybolması, ulusal bağlardan kopuk bir küresel kapitalist sınıfın oluşması, gümrüklerin inmesi, bilginin devlet tekelinden çıkarak hızla yayılması, bilgiye ulaşmanın demokratik hale gelmesi, insani temasların artması dünyayı bütünleştirecekti. Böyle bir dünya “de-territorial” yani toprak merkezli olmayacak, toprak için mücadele etmek gerekmeyecekti çünkü bunun hem bedeli artık daha yüksekti hem de toprak kazanarak elde edilecek bir kazanç olmayacaktı. Jeopolitik geri çekilecek, savaşlara gerek kalmayacaktı.

Küreselleşme süreci kuvvet kullanmayı dışlamıyordu. Kimlik siyasetinin kontrol dışına çıktığı durumlarda merkezden çevreye, kuzeyden güneye yönelik askeri müdahaleler söz konusuydu. Çevre içindeki çatışmalar, küresel kapitalizmin merkezine ya da ana arterlerine zarar vermiyorsa gözardı ediliyor (Ruanda) ya da seçici bir şekilde sınırlı müdahale biçimleri deneniyordu. Somali, Bosna ve Kosova’ya yönelik “liberal müdahalelerde” olduğu gibi.
Küreselleşmenin bütün unsurlarının birarada bulunduğu bu düzen yalnızca 10 yıl sürdü. 2001’de 11 Eylül, terörizme karşı savaş ve 2003 Irak işgalleriyle tekrar toprak (territory) mantığına, güvenliğe geri dönmeye başladı, devletlerarası gerilimin ilk işaretleri kendisini gösterdi. ABD 2001’de bir yandan Çin’i Dünya Ticaret Örgütü’ne dahil ederek küresel kapitalizmin daha entegre parçası haline getirirken, artık hegemonyasını yalnızca liberal fikirlere değil yeniden tanımlanmış bir güvenlik/jeopolitik eksenine oturtmaya başladı.

KÜRESELLEŞME BİTTİ Mİ?

Küreselleşmenin liberal uluslararası mantığından çekilmeyi getiren 2003 Irak işgali sonrası küreselleşmenin ekonomi ayağına gelen en önemli darbe 2008 ekonomik krizi oldu. Bundan sonra aşamalı olarak küresel sistemde kapanmacı eğilimler başgöstermeye başladı. ABD, 2012’de itibaren kapsamlı “liberal müdahalecilik”ten vazgeçti, Irak ve Afganistan’dan çekileceğini açıkladı. Bu çekilme aslında küreselleşmenin zayıfladığına delaletti. Çünkü ABD daha büyük bir jeopolitik sorunla uğraşmayı önceliyordu.

Krizden çıkmak için ekonomiye müdahale, batmakta olan bazı şirketleri kurtarmanın yanında, üç gelişme daha küreselleşme sürecini geriletti. İlki Rusya’nın 2014’te Kırım’ı işgal ve ilhakı, bu ülkeye karşı yaptırım sürecinin başlaması, ikincisi süreç olarak Çin’in giderek küreselleşme sürecinden hem daha çok faydalanması, hem de küreselleşmeyi tek taraflı işletmesi, Batı sermayesine ne kadar entegre olacağına kendisinin karar vermesi. Buna bir de, yine kapitalizmin küresel dinamiklerinin tetiklediği (orta sınıfın sıkıntıları, gelir dağılımı bozukluğu vs) küresel ölçekte sağ, popülist, yabancı düşmanı ve ırkçı siyasal hareketlerin yükselmesi oldu. Bu hareketler ve popülist siyasetçiler yaşanan sıkıntıların nedeni olarak küreselleşmeyi, yabancıları, göçmenleri işaret etmeye başladılar. Macaristan’da Orban finansal küreselleşmenin simgesi Soros’u kötülüğün merkezine koyarken, ABD’nin iç imalat sanayinin bulunduğu bölgelerde fabrikaların gitmesi yüzünden kimse Çin ve NAFTA lafı duymak istemiyordu.

Trump açıkça “küreselleşme ideolojisine karşıyım” derken aslında bu süreç Obama’nın son döneminde başlamış, ucuz işgücünün olduğu ülkelere giden sanayi geri çağrılmıştı. Trump, ABD’yi Atlantik ve Pasifik bölgelerindeki iki uluslararası ticaret anlaşmasından çekerken, Çin’e karşı bir ticaret savaşına girerek gümrük duvarlarını yükseltti, hatta Almanya gibi müttefiklerini bile ticaret savaşıyla tehdit etti. Biden yüksek sesle dillendirmese de bu süreci geri çevirmedi. Çin’e uygulanan gümrük vergileri inmedi, “Amerikan malı al” kampanyası ve “artık herşeyi burada üretelim” söylemi devam etti. Çin’in buna tepkisi üretim için iç piyasasına daha fazla yönelme kararı alması, “Çin Malı 2025” stratejisini belirlemesi oldu. 2008 yılı küresel ekonomide ticaretin payının, dünya toplam gelirinden daha fazla büyüdüğü son yıl oldu. Bundan sonra korumacılık eğilimleri giderek arttı. İktisatçılar başta merkezi ülkeler olmak üzere ekonomik küreselleşmeden çekilmenin 2015’ten itibaren belirginleştiğini tespit ediyorlar. Bu arada İngiltere AB’den ayrılırken, Trump yönetimi küreselleşmenin temel direklerinden olan kimlik siyasetini, mikro kimlikler değil makro, hakim ulus milliyetçiliği üzerinden kurarak dünyadaki trende uydu. Buna bir de Covid-19 pandemisinin yol açtığı insani temaslardaki azalma, “aşı milliyetçiliği” eşlik etti. Küreselleşme başta onun sahibi tarafından terk ediliyordu.

UKRAYNA VE KÜRESELLEŞME

Rusya, 2014’ten itibaren devlet kapitalizmi modelinde dünya ekonomisine olan bağımlılığını azaltmaya çalışsa da küresel kapitalizmin bir parçasıydı ve özellikle Avrupa sermayesiyle içiçeydi. Finansal alanda başta Wall Street fon ve finans kuruluşları Rusya’nın sermaye piyasasında etkindi. ABD, enerji şirketlerinin Rusya’ya yatırım yapmalarını engellediği için bu boşluk Alman ve Fransız şirketleri tarafından doldurulmuştu. Rusya’nın dünya ticaretindeki payı yüzde 2 civarında olmakla birlikte, dış ticaretin ulusal gelirine oranı 2020’de yüzde 48 civarındaydı ve bu yüzde 34 oranına sahip olan Çin’den bile yüksek bir orandı. Putin bir bakıma, bağımlılığını azaltmaya çalıştığı küreselleşme dinamiklerine güvendi. AB ekonomisinin Rus doğalgazına olan bağımlılığı, AB ülkelerinin Rusya’da başta enerji sektörü olmak üzere yaptıkları yatırımlar Putin’i AB ülkelerinin ekonomik kayıpları göze alamayacakları beklentisine itmiş olmalı. Özellikle, Rusya Varlık Fonu’nun yaklaşık 300 milyar Euro’luk kısmını AB’nin bloke edebileceğini, Batılı şirketlerin mali kayıpları göze alıp kitlesel olarak Rusya çekileceğini, SWIFT sisteminden çıkarılacağını tahmin etmedi.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve buna tepki olarak gelen ağır ekonomik yaptırımlar, küreselleşmenin yavaş ölümüne giden yolu hızlandırdı. Daha buraya gelmeden ABD’nin Ulusal Güvenlik Belgesinde Rusya’yı tehdit, Çin’i sistemik rakip olarak tanımlaması, Çin’i 2011, Rusya’yı 2014’ten beri çevreleme stratejisini etkili bir şekilde uygulamaya başlaması, NATO üyelerini savunma harcamalarını artırmaya zorlaması, küreselleşmeyi zorlayan gelişmelerdi. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, küreselleşme sürecinden hem siyasal düzlemde hem de ekonomi alanında geri çekilmenin (de-globalization) son halkası olurken aynı zamanda bu tersine süreci hızlandırdı. Rusya dünya ekonomisinin en kritik aktörü değil ve bu savaşın gösterdiği Batı’nın jeopolitik kazanımlar için ekonomik kayıpları göze alabildiği, dev şirketleri yaptırıma zorlayabildiği. Bunun Çin’i daha çok etkileyeceği, ekonomik bağımlılığını azaltmaya iteceğini tahmin etmek zor değil. Savaş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bunun en somut sonucu jeopolitiğin bundan sonra daha ağır basacağı bir aşamaya geçilecek olması. Rusya yenilerek çekilse de, hedeflerine ulaşsa da, Çin ile daha fazla yakınlaşmaya çalışacak, küresel kapitalizmin ödeme, finansal akış, ticaret ağlarından kopmayı deneyecek.

Daha şimdiden krizin küreselleşmeye etkileri kendisini başka alanlarda göstermeye başladı. Hindistan, ABD’nin Çin’e karşı geliştirdiği Hint-Pasifik stratejisine dahil olsa da, yaptırımlara uymayı kabul etmedi. Rusya ile yerel para ile ticaret yapmayı önerdi. Hatta Suudi Arabistan bile şaşırtıcı bir hamleyle ihtiyacının yüzde 25’ini sağladığı Çin’e petrol satışını Yuan ile yapabileceğini duyurdu. Gerçekleşmesi halinde böyle bir gelişmenin 1973-74 petrol krizi sonrası kurulan petro-dolar düzenine büyük bir darbe vuracağı ortada.

YENİ JEOPOLİTİK DALGA

Ukrayna savaşı küreselleşme adına ne varsa onun ters yönde gidişini hızlandırdı. Başta Almanya olmak üzere NATO üyeleri savunma harcamalarını artıracaklar. ABD’nin Avrupa’daki askeri angajmanı artacak. Çin hem korumacılığa, iç piyasasına daha çok dönecek hem de askeri gücünü artırmaya çalışacak. Rusya, Ukrayna’yı Finlandiyalılaştırmak isterken, Finlandiya İsveç ile birlikte NATO’ya üye olma noktasına geldi. 1990’lardan bu yana ABD dışında ilk kez bir büyük güç, başka bir ülkeyi topyekûn işgale girişti. Jeopolitik hatların kontrolü, tehdit değerlendirmeleri, güvenlik kaygısının öne çıkması bu dönemin geçerli siyasal tercihleri olacak. Dikkatler bir sonraki aşamada kaçınılmaz olarak Çin ve Tayvan’a çevrilecek. Çin, Rusya’nın askeri hamlesini, Batı’nın verdiği tepkiyi gözlemleyerek, kendi tavrını belirleyecek.

Muhtemelen Rusya hedeflerine ulaşmakta başarısız kaldığında ya da Putin içeriye sunabileceği birkaç ödünle Ukrayna’dan çekilmeyi kabul ettiğinde, ABD Çin’e daha fazla ağırlık verecek. Hint-Pasifik bölgesindeki askeri çevreleme politikasına geri dönecek.

Küresel gerilimler, bu tür bölgesel ve küresel krizler devletçi, güvenlikçi yapıları güçlendiriyor. Böyle zamanlarda sermaye, barış zamanından farklı olarak güvenliğin yakıcı gündemi altında eziliyor, devletin belirleyiciliğini kabul ediyor. Sermayenin uzun erimli çıkarlarının koruyucusu olan devlet tek tek sermaye grupları karşısında güçleniyor. Devlet ile sermaye arasında yeni bir ilişki biçimi kuruluyor.

20. yüzyılın ilk yarısında dünyanın kapitalist büyük güçler tarafından paylaşılması, emperyalist rekabeti tetikledi. Bu derin paylaşım krizinin aşılması için iki savaş yaşandı. Dünyanın tekrar kapitalist büyük devletler arasında jeopolitik bir çekişme dönemine girmesi çok tehlikeli bir süreç. Ukrayna savaşının bunun öncüsü olmamasını dilemek ve bunun için farkındalığı artırmak gerekiyor.