Sylvie Germain, savaşı dünyanın olağan bir durumu olarak kabul etmiyor. Hatta savaşlar karşısında Tanrı’nın sessizliğinden duyduğu huzursuzluğu ‘Tanrı olsaydı savaşlar olmazdı’ düşüncesine taşıyor. Savaşa karşı hepimizi duyarlı olma noktasında mücadeleye çağırıyor.

Savaş ölüleri bile rahat bırakmaz

İLKE KAMAR

Her zaman savaşmak için ‘makul’ bir neden yaratılsa da insanların savaşı anlamlandırması hep değişmiştir. Bunu en iyi gözlemleyeceğimiz yerlerden biri de edebiyat olmuştur. Birçok yazar savaşı dram ve kötülük yönünden ele alsa da bir o kadarı da savaşanları kahramanlaştırmışlardır. Sayısız savaşın yanında neredeyse son yüzyılda iki büyük dünya savaşı yaşanmış olmasına rağmen bugünün gerçekliğinde hâlâ onu sıradanlaştırma, daha tehlikelisi destanlaştırma devam ediyor. Sylvie Germain ise yaşamdaki birçok kötülükle birlikte savaşı da “ölüler dahi savaşın kötülüklerinden kurtulamaz” diyecek kadar lanetleyen bir yazar. Böyle bir tavırda tanıklıklarının payı büyük.

1954 yılında Châteauroux’da dünyaya gelen Germain, dokuz yaşındayken ailesiyle birlikte ziyaret etiği Nazi Toplama Kampı’nın etkisinde öyle bir kalır ki yaşamı boyunca soykırım ve varlık sorunuyla ilgili yazar. Çelişkilerle ve savaşlarla dolu bir dünyada adaletsizliğin, gücü elinde bulunduranların tahakkümünün görünür hale gelmesi için mücadele eder. Yazarın varoluş ve var olana ilgisi onu felsefe eğitimi almaya yöneltir. Germain, Sorbonne Üniversitesi’nde gördüğü felsefe öğreniminin ardından, 70’li yıllarda, Emmanuel Lévinas’ın felsefe derslerini takip eder. Lévinas’tan ders aldığı dönemde masal ve öyküler yazmaya başlar. Soykırımlar ve savaşları ele aldığı yazılarında mitoslar, masallar, gerçeküstü fanteziler, dikkat çekici noktalardır.
Geçen günlerde Mükerrem Akdeniz çevirisiyle Sel Yayınları tarafından yeniden yayımlanan ‘Gecelerin Kitabı’ romanında açık bir şekilde savaşın harap ettiği dünyayı, yaşamları ortaya koyar. Ve olup bitenler karşısında Tanrı’nın sessizliğini sorgular. Savaşın tüm kötülüklerini merkeze alan Germain’ın romanı, Péniel ailesinin 17 yaşındaki oğlunun Fransa-Prusya savaşına katılmasıyla başlar. Péniel ailesinin hüzünlü ve dokunaklı yaşamını tüm derinliğiyle ortaya koyarken Péniellerin birbiri ardına gelen altı geceden oluşan hikâyesinde ailenin başından geçen olayları bir mitosa dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. Mitolojide geçen bazı varlıklara göndermeler de içeren roman Péniel ailesinin savaşlar karşısındaki var olma mücadelesini ele alır.

Savaşın yarattığı delilik

Soykırımlar ve savaş döneminin etkilerinin konu edildiği altı bölümden oluşan roman, “Suyun Gecesi’nden” başlayarak “Gece Karanlık Gece’ye” kadar devam eder. Bu sürede iki dünya savaşına da tanıklık ederiz. Tekrar hikâyeye dönecek olursak: Vitali’nin yedinci çocuğu Theodore -Faustin savaştan ağır yaralı bir şekilde döner. Kafasını ikiye ayıran bir ‘uhlan’ kılıcıyla yaralanan Péniellerin yaşayan ilk çocuğu, Théodore-Faustin eve döndüğünde akıl sağlığını kaybetmiştir. Üstelik savaş sonrasında karısının ölümüne de tanık eder. Karısının cesedini günlerce yanında tutar. Ve bu durum Faustin’in farklı bir dönemece girdiğini gözler önüne serer. Her yeri ağır bir ceset kokusu kaplasa da karısının cesedini gömme konusunda onu kimse ikna edemez. Théodore-Faustin bunu isteyenlere gülme kriziyle karşılık verecek kadar kendini kaybetmiştir.

Faustin’in, savaşa duyduğu nefret kızından olma oğlunun iki parmağını kesme kararı almaya kadar götürür onu: “Théodore-Faustin durdu, oğlunun önüne çömelerek ellerini ellerine aldı, acıtırcasına sıktı ve ona şöyle dedi: “Yavrum, bir tanem benim, yapacağım şey sana korkunç gelecek ve canın yanacak. Ama bunu senin iyiliğin için, seni savaşlardan hükümdarların çılgınlığından, düşman erinin acımasızlığından korumak için yapacağım.” Teodor Faustin için oğlunun savaşa alınması öyle büyük bir korkudur ki oğlunu kurtarmak için her yolu dener. Sonunda kararını geçekleştirir: “…açık duran iki parmağını taşın üstüne uzattı ve cebinden çabucak bir balta çıkardı, oğlunun iki parmağını bir vuruşta doğradı.”

Savaşla başlayan kötülüklerin roman boyunca gizemli olaylarla devam ettiğini görürüz. Fantastik güçlerle donatılmış karakterler, doğaüstü olaylar, ölülülerle kurulan diyaloglara varana dek olağan üstü imgeler karşımıza çıkar. Sylvie Germain yapıtında, savaşı ve onun yarattığı etkiyi Péniel ailesinin kuşaktan kuşağa geçen hikâyesiyle anlatır.

“Savaşa katılan üç erkek kardeşinden yalnızca biri geri dönmüştü, o da gittiği gibi değildi. Cephede yitirmişti iki bacağını ve neredeyse aklının yarısını, Ruth’un yası ve yıkımları kabullenmeyen bedeni de savaşa dönüşmüştü.”

Savaşa ve Tanrı’ya bir başkaldırı

Nefret, kin, intikam ve acımasızlık roman karakterlerinin yapısını oluşturan temel öğelerdir. Din, cinayet, tecavüz, ensest ve intikam büyülü gerçekçi öğelerle anlatılır romanda. Tehlikeli, yasak, tabu sayılan istenmeyen durumların okuyucuda tedirgin edici bir izlenim bıraktığını da söylemek mümkün. Tüm bunlar çok aşina olmadığımız bir okuma deneyimi sunar. Bununla beraber yazarın Péniel ailesinin başına gelen olayları aktarırken tuhaf ve olağanüstü durumları titiz dokunuşlar ve dil ustalığıyla aktardığını söyleyebiliriz. Hatta anlatıcı bunu öyle hesaplı bir şekilde yapar ki türlü tuhaflıklarla yaşanan olayların gerilimli etkisini roman boyunca sürdürür. Savaşlar boyunca kadınların mücadelesi de devam eder romanda. Her doğum, silahların tehdidi altında nefes alan insanlar için yaşamı daha güçlü kılar. Yeni doğan, sol gözleri ışıltılı çocuklar savaşın karanlığında umut ışığı gibidir. Sular dünyasından karaya geçen Péniel soyu ‘Gecelerin Kitabı’nda hep savaşır. Ve bu savaşlardan çok zarar görür. Karşı karşıya oldukları savaş, beşinci gecede daha fazla etkilidir. Karanlık toprağın gecesidir bu gece… Savaşın tüm boğucu dumanı her yerde hissedilir:

“Tan ağarırken Mortleroy Mezarlığı’na bir uçak saplandı. Bu kez kilisenin yalnızca çanı değil çan kulesi de gitti. Mezarlığın dörtte üçü hallaç pamuğu gibi atılmıştı. Gün doğarken, yıkıntılar arasında, toprağın zamanla kemirdiği cesetler, paramparça ortaya çıktı. Yaprak dökmeye başlayan ağaçların dallarına, yakındaki evlerin damlarına karman çorman fırlatılmış, yüzü ya da cinsel organı olmayan bir yığın ceset.”

Sylvie Germain, savaşı dünyanın olağan bir durumu olarak kabul etmeyen bir yazar. Hatta savaşlar karşısında Tanrı’nın sessizliğinden duyduğu huzursuzluğu ‘Tanrı olsaydı savaşlar olmazdı’ düşüncesine taşır. Ölüleri bile rahat bırakmayan bir olgu olarak savaşa karşı hepimizi duyarlı olma noktasında mücadeleye çağırır.