Bu kelimeleri bir araya getirerek çok şey yazılabileceğinin farkındayım. Konu 1 Eylül Dünya Barış günü olunca bunların bitmeyen ilişkisini hatırlamakta yarar var. Pek çok yerde çatışmaların, savaşların, savaş tehlikesinin devam ettiği bir dünyada yaşıyoruz. En günceli Afganistan’ın, Suriye’nin haline, gündemden düşmeyen mülteci-sığınmacı krizine bakın!

İnsanlar neden göç ediyor?

Uluslararası Göç Örgütü (IOM) 2020 Dünya Göç Raporu bu konuda detaylı veriler sunuyor. Dünyada 281 milyon uluslararası göçmen var. Bu sayı son yıllarda sürekli artıyor, 2000 yılı rakamı 150 milyon kişi. Ülke içi göçler ise çok daha fazla, 2009 yılı için 740 milyon kişi olduğu ifade ediliyor. Sadece 2018 yılında 28 milyon ülke içi yer değiştirme tespit edildi. Bunların yüzde 61’i “doğal” felaketler ve yüzde 39’u çatışmalar ve şiddet nedeniyle oldu. “Doğal” felaketler denince, fırtınalar ve seller başta olmak üzere iklim değişikliği ile ilgili olanlar yüzde 94’ünü oluşturuyor. Kuraklık ve kıtlık nedeniyle olanlar da var. Çatışmalar ve şiddet nedenli iç göçler ise hep artıyor, 2008 yılı içinde 5 milyonun altında iken 2018 yılı içinde 10,8 milyon olmuş. Çatışma ve şiddet nedenli iç göç yapmış kişi sayısı 2018’de 41,3 milyon kişi ile rekor kırmış durumda, en fazla 6,1 milyon kişi ile Suriye’de.

Göçmenlik çoğu insanın “tercih ettiği” bir yaşam biçimi değil, dünya nüfusunun yüzde 96,4’ü doğduğu ülkede yaşıyor. İnsanlar en çok yoksul ülkelerden zengin ülkelere daha iyi bir yaşam için göç ediyorlar. En fazla göçmen 51 milyon kişi ile ABD’de yaşıyor, onu 16 milyon kişi ile Almanya takip ediyor.
Bu rakamları neden veriyorum? Değişik nedenlerle, bazen zorunlu bazen isteğe bağlı göç tarih boyunca hep oldu ve olacak. Ancak arttığını tüm veriler gösteriyor. Özellikle dünyadaki eşitsizlikler, adaletsizlikler, savaşlar, çatışmalar, doğaya hürmet etmeyen üretim ve tüketim biçimleri sürdükçe göçün de artacağını görmek gerekir. Göç etmek zorunda kalmış insanları suçlayarak çözülecek bir mesele değil bu.

İnsanlar bulundukları yerde huzur içinde yaşamak istiyorlarsa bunun sadece kendi konforlarını düşünerek olmayacağını bilmeliler. Göçlerin nedenlerini düşünmeden, herkes için yaşanabilir bir dünya için bir adım dahi atmadan yapılacak değerlendirmeler, duvar örmeler gibi sonuçsuz kalır.

Silahlar, hekimlik, akademi

Dünyada barış ve kitle imha silahlarının yasaklanması çabalarının kimi zaman kısmi başarılara ulaşan tarihi var. En güncel olanlarından biri Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen, ancak henüz nükleer silah sahibi ülkelerin imzalamadıkları Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması (TPNW). Şu ana kadar 86 ülke imzalamış durumda, Türkiye imzalamadı.

Barış, kitle imha silahları deyince hekimlerin, üniversitelerin konumu ne? Çok çarpıcı bir makaleyi Avustralyalı gazeteci Brian Toohey, The Saturday Paper gazetesinde yayınladı. 1950’lerin sonlarında Melbourne Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Sydney Sunderland Savunma Departmanı Araştırma ve Geliştirme Politikaları Komitesi’nin gizli üyesiydi. Onsekiz yıl dekanlık yaptı. Kimyasal ve biyolojik kitle imha silahlarını desteklediği, kimyasal silah olan sinir gazının (VX) ABD tarafından kuzey Queensland/Avustralya’da denenmesini destekleyen gizli bir rapor yazdığı ortaya çıktı. Denemeler itirazlar üzerine reddedildi. Başarılı olsaydı amaç Vietnam’da çok kişinin öldürülmesiydi. Brian Toohey bu yıl Mayıs ayında Melbourne Üniversitesi’nden Sunderland’in kimyasal ve biyolojik silahların geliştirilmesini ve test edilmesini destekleyen tutumunun üniversitenin değerlerine aykırı olduğunu açıklamasını talep etti. Üniversite reddetti. Bu arada aynı üniversite dünyanın en büyük silah üreticilerinden Lockheed Martin ile birlikte 13 milyon dolarlık araştırma merkezi kurduğunu duyurdu.
Bu tekil bir örnek mi? Bizde silah sanayi üniversite ilişkisi ne durumda?

Hatırlatalım. Hekimlik insanı yaşatma üzerine bir meslektir, öldürme projelerinde yer almaz. Akademi insanlığın ortak değerlerine hizmet için çalışmalıdır, yok etmek için değil.