Savaşın gölgesinde bir film: Belfast

Emine Uçar İlbuğa

24 Şubat 2022 tarihinde Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan ve her gün gazete, televizyon programları, sosyal medya üzerinden Ukrayna’dan yapılan canlı yayınlar ve yorumlarla, esir alınan, hayatını kaybeden siviller, askerler, bombalanan kentler, kasabalar, mülteciler, sığınaklarda doğan bebeklerin haberlerinin yapıldığı bir savaşın tam ortasında olduğumuz bugünlerde Kenneth Branagh’ın yazıp yönettiği ve uzun yıllara dayalı Kuzey İrlanda’da yaşanan savaşı tema ettiği Belfast (2021) sinemalarda gösterime girdi ve en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi yardımcı kadın oyuncu (Judi Dench), en iyi kurgu ve ses olmak üzere yedi dalda Oscar’a aday oldu.

Oyuncu ve yönetmen Kenneth Branagh filmde 1960’ların sonunda Kuzey İrlanda’daki çatışmayı kendi çocukluk anıları üzerinden sinemaya aktarıyor. Yarı otobiyografik filmde Buddy (Jude Hill)’nin gözünden Kuzey İrlanda’da aynı mahallede yaşayan Katolik ve Protestan komşuların göreli sakin yaşamları iktidar ve kiliselerin de desteği ile iç savaşa gidecek sürecin fitilinin ateşlenmesi ve korkulu bir bekleyiş, yağmalama ve şiddet olaylarının da başlangıcı olur. Branagh filmde mahallelerinde başlayan ilk saldırıyı deneyimlediğinde henüz 8, ailesi ile Belfast’tan ayrılıp İngiltere’ye göç ettiklerinde ise 10 yaşındadır. Yönetmen hem memleketinden ayrılma hem de göç ettiği yerde uyum sürecinin yaşamında önemli kırılma noktaları oluşturduğunu, öncelikle 50 yıl öncesi, dokuz yaşındaki bir çocuğun dünyasından, anne babasının idealize edilmiş yaşam anlayışından, sinema deneyimlerinden ve komşularla iç içe yaşadıkları sokakların şiddet mekanlarına dönüşmesiyle büyük bir kırılma yaşadığını söylüyor. Ardından İngiltere’de İrlandalıların ikinci sınıf görüldüğü o dönemlerde içine kapanarak ciddi bir uyum sürecine girdiğini bugün ise İngiltere’de kendisini asla yabancı hissetmediğini belirtiyor (röportaj Frank Arnold, 25 Şubat 2022, epd film).

Filmde 9 yaşındaki Buddy’nin babası Pa (Jamie Dornan) Londra’da çalışmaktadır ve hafta sonları ailesini ziyarete gelmektedir. Belfast’ta başlayan çatışmalarla birlikte çocuklarının geleceği için babası yaşadıkları kentten ayrılma kararı alır ancak eşi (Caitriona Balfe) doğduğu, büyüdüğü bu kentten, mahalleden ayrılmak istemez. Buddy de annesi gibi büyümekte olduğu sokağı, ilk aşkı Catherine (Olive Tennant), okulda yürüttüğü projesi ve emekli maden işçisi büyükbabası Pop (Ciarán Hinds) ve büyükannesinden Granny (Judy Dench) ayrılmak istemez. Buddy ailesi ile gittiği sinemada ve abisi ile televizyonda izlediği western filmlerin büyüleyici etkisiyle dünyayı anlamaya çalışan ve hayal dünyası ile deneyimlemekte olduğu yaşam arasında kafasında oluşan sorulara yanıt arayan meraklı bir çocuktur. Bir gün sokakta arkadaşları ile oynarken aniden bir savaş filminde gibi travmatik bir gürültü ve şiddet ortamında bulur kendini. Buddy mahallelerine yapılan bu baskını çocukluğun tüm masumiyetiyle deneyimler. Her pazar ağabeyi Will (Lewis McAskie) ile Protestan kilisesine giden ve burada hiddetli bir coşkuyla konuşan papazın söylediklerini anlamlandırmaya çalışırken, aşık olduğu kızın Katolik olması şimdiden onu kaygılandırmaya başlar. Onun duygusal gelgitleri ve bu karmaşık sürecinde en büyük sığınağı büyükbabası ile sohbetleri ve sinema filmleri olur. Özellikle büyüklerin dünyasında mahallenin çocukları büyüme sancıları içinde yeni deneyimler, öğrenmeler, gözlemledikleri olaylar, büyüklerin konuşmalarından duydukları yarım yamalak bilgilerle korku ve endişe içinde kendi dünya anlayışlarını oluştururlar.

Belfast filmi Katolik İrlandalıların adalarına gelen İngiliz ve İskoçlara karşı başlattıkları aslında 1600’lü yıllara dayanan ve uzun yıllar sürecek bir mücadelenin 1960’lı yılların sonunda yeniden alevlenen bir dönemi ile başlıyor. Aslında 1916’da Dublin’de kurulan IRA (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) ile devam eden silahlı mücadele, güneyde kurulan bağımsız İrlanda Cumhuriyeti ve adanın kuzeyinin İngiltere yönetimine bağlanması, 1960’lı yıllarda Kuzey’de yeniden patlak veren Katolik ve Protestan çatışması, 1998’de varılan anlaşmaya kadar uzayan bu süreç, IRA’nın silah bırakması ve Kuzey İrlanda’ya yerinde yönetim imkânının verilmesiyle birlikte çözümünün mümkün olduğu bir savaşın hikâyesi. Bu dönemde yüzlerce insan yerinden edilmiş, sakat kalmış, hayatını kaybetmiş, cezaevlerinde, sürgünlerde geçen travmatik iç savaşın tüm zorluğunu kuşaklar boyu deneyimlemek zorunda kalmışlardır.

Yönetmen Branagh 1960’lı yılların sonunda Belfast’ta Katolik ve Protestanların ‘görece’ bir arada ve barış içinde yaşadıkları mahalleye yapılan saldırı ile başlayan iç çatışmaların hızla yaygınlaşmasıyla korkunun, huzursuzluğun hâkim olduğu bir dönemi anlatıyor, bunu yaparken de birbirine bağlı aile ve komşuluk ilişkileri ile geçmişe bir özlemi de yansıtıyor. Gündelik hayatın akışı içinde korku, kaygı gibi, komedi unsurlarını da göz ardı etmeden, uzun yıllara dayalı bir iç savaşı çocukluğunun saf ve masum doğallığı içinde sunmayı başarıyor. Kısaca Kenneth Branagh, geçmişin savaş dönemini patlayan bombalar, yağmalamalar, evlerinden, yurtlarından edilenlerin gölgesinde ama bir o kadar da çocukluğun hülyalı dünyasını, aile ilişkilerini, iç içe yaşanılan mahalle kültürünü, çocukların güvenle büyüdükleri sokaklarını, komşuluk ilişkilerini, sinemanın büyüsüyle birleştiriyor ve çocukken geride bıraktığı, belleğinde kalmış güzel olan anılarını, memleketine duyduğu özlem ve saygıyı tipik bir işçi ailesinde büyüyen Buddy’nin gözünden izleyiciyle buluşturmayı başarıyor.
Sonuç olarak Belfast filminde Buddy kilisede papazın vaazında bahsettiği yol ayrımı üzerine düşünür. Buddy Katolikler ve Protestanlar arasındaki farkı anlamaya çalışır. 1969 yılında bu yol ayrımı bir anda Kuzey İrlanda’nın başkenti Belfast’ta Katolikler ve Protestanların karşı karşıya geldiği bir ayaklanmanın başlangıcına ve ardından molotof kokteylleri, kaldırım taşlarının mermiye dönüştüğü, çetelerin örgütlendiği, dükkânların yağmalandığı ama aynı zamanda direnişin örgütlendiği bir iç savaşın girdabına çıkar.

Bugün Rusya ve Ukrayna’da gelinen nokta binlerce insanın hayatını kaybedeceği, evsiz kalacağı, işsizlik ve yoksulluğun hüküm süreceği, yıllarca savaş travmasının ekonomik, psikolojik, ekolojik sonuçlarıyla dünyayı etkileyecek bir yol ayrımına girildi. Bu koşullarda son söz olarak Wolfgang Borchert’in “Faşizme ve savaşa karşı yazılmış ‘Hayır De!’ adlı şiirsel manifestosundan”1 bir alıntı ile yazımı bitiriyorum:

Anaların sesiyle ve sözüyle; “Dünyanın bütün anaları, yarın size askeri hastanelerde hemşirelik yapacak, yeni savaşlarda savaşacak çocuklar doğurmanızı emrederlerse yapacağınız bir tek şey var: Hayır deyin! Analar, Hayır deyin”

“Son hayvan-insanın son hayvansı çığlığı hiç duyulmadan, hiç yanıtlanmadan kan göllerinde boğulacak...

Bunların hepsi olacak, yarın belki bu gece, eğer...eğer...eğer...

HAYIR demezseniz!”

1 Wolfgang Borchert, Hayır De!, Çeviri: Celal Üster, Çizimler: Tan Oral, Yordam Kitap, 2017.