Türkiye’nin kaynak sıkışıklığı Suriye harekâtı sonucunda katmerlenmiştir. Bu oyunda “bir koy üç al” seçeneği de bulunmamaktadır. Aslında iki oyun kurulmaktadır: Bir yanda, bir satranç ülkesi Rusya, öte yanda ciddi yaptırım güçleri ve bilemediğimiz kişisel istihbarat bilgileri bulunduran hegemon bir ülke ile aşık atmaya kalkan bir çevre ülkesinin bağımlı yönetici sınıfı vardır.

Savaşın maliyetleri nasıl karşılanacak?

Oğuz Oyan

Suriye’de bütün denklemi değiştiren gelişmeler oldu. Trump’ın kapıyı aralamasıyla 9 Ekim’de Kuzey Suriye’ye giden TSK (ve ÖSO veya “Suriye Milli Ordusu”= SMO) istemediği kadar çok taşı yerinden oynatmış oldu. Bunların ne kadarının Türkiye siyasetini belirleyenler tarafından öngörülmüş olduğunu bilemiyoruz ama bu konuda kuşkularımız var.

SAHADA NELER DEĞİŞTİ?

ABD’nin sahneyi büyük ölçüde boşalttığı bir durumda Türkiye’nin olası bir müdahalesinin PYD/YPG’yi (veya hepsini temsilen SDG’yi) Suriye Arap Cumhuriyeti (SAC) ile bir anlaşma arayışına zorlayacağı ve Rusya’nın da bunun kolaylaştıracağını tahmin etmek aslında zor değildi. Trump’ın Suriye’den çıkmayı her vurgulayışı sonrasında bu eğilimler uç vermekteydi. Nitekim Türkiye ile ABD’nin 7 Ağustos’ta “koridor” korusundaki mutabakatından sonra SDG’den bu yönde bir hamle gelmişti zaten.

Ancak müdahalenin sadece beşinci gününde, 13 Ekim’de, SDG’nin adeta bir teslimiyet ilişkisi biçiminde SAC’a ve Rusya’ya yakınlaşması ve çekileceği yerleşimleri SAC ordusuna bırakacağı taahhüdünü vermesi beklenilmediği kadar hızlı ve erken olmuştu. (Bunda, ABD’nin Suriye’yi terk etme kararının uygulanma hızı ile TSK’nın askeri kapasitesini etkin kullanmasının da rolü olmuş olmalı).

Türkiye’nin girişeceği bir askeri harekâtın tetikleyeceği ikinci gelişme, SAC ve Rusya’nın buna askeri bir yanıt vermesi olabilecekti (Bu yöndeki öngörümüz için bkz. 11 Ağustos tarihli Birgün Pazar yazımız). Bu konuda öncelik SDG’nin boşalttığı yerleri doldurmaya verilmiş gözüküyor. Ama kangren olmuş İdlib üzerinden de bir askeri yanıt verilmesi gecikmeyecektir. Bunun sıcak siyasi gelişmeler nedeniyle şimdilik uygun zamana bırakılması muhtemeldir. Birincisi, Trump’ın Erdoğan’a yazdığı 9 Ekim tarihli “sindirilmesi zor” mektup sineye çekilerek 17 Ekim’de Ankara’da RTE-Pence arasında “harekâta 120 saat süreyle ara verme” (veya “ateşkes”) ile SDG’nin askeri güçlerinin (esas olarak YPG birliklerinin) ağır silahlarını bırakarak ve tahkimatlarını imha ederek çekilmesi şeklindeki mutabakatın uygulanma süreci izlenecektir. İkincisi, 22 Ekim’deki Putin-Erdoğan görüşmesinin sonuçlarına bakılacaktır. Üçüncüsü, eğer gerçekleşirse, 13 Kasım’da Trump-Erdoğan buluşmasının ne getireceği değerlendirilecektir.

17 Ekim mutabakatına uyulursa, Suriye devletinin kendi topraklarında yeniden hâkimiyet kurmasının “kazanımları” da dikkate alınarak, Türkiye’nin “koridor” saplantısının kısmi kesintilerle gerçekleşmiş olacağı sonucuna varılabilir. AKP iktidarının “büyük zafer” nidaları atarak buradan siyasi kazanım elde etmeye çalışacağı açıktır. Uluslararası düzlemde de Trump karşıtlarının ve SDG hareketini destekleyenlerin “Erdoğan istediğini elde etti” diyerek şimdiden Trump politikalarına yüklendiği görülmektedir. Ancak Suriye’de dengelerin değişim yönü tam da böyle olmayabilir.

Bir kere, sahada tek büyük güç olarak kalan Rusya’nın eli çok güçlenmiştir. Rusya, Fransa ekonomisinden daha güçlü olmayan ekonomik büyüklüğüne rağmen, güçlü coğrafyasını ve askeri kapasitesini etkin olarak kullanabilen diplomasi geleneği sayesinde ekonomik gücünün çok üzerinde bir siyasi gücü temsil eder duruma gelmiştir. Suriye politikası bunun taçlandırılması olmuştur. Suriye devleti de hiç kuşkusuz kazananlar tarafında bulunuyor.

AKP Türkiye’si ise, “terör” tehdidinin kalkacağı bir durumda, “güvenli koridor”u elinde tutma gerekçelerini yitirmiş olacaktır. Rusya, Suriye, diğer ülkeler ve uluslararası örgütlenmelerden gelecek tepkiler karşısında direnmesi zorlaşacaktır. “Sığınmacıların tampon bölgesini” oluşturma projesi ise hem SAC’ın hem uluslararası kamuoyunun artık daha fazla dikkate alınması gereken tepkileri, hem de yalnızlaşmış bir AKP yönetiminin yeni yaşam alanları kurabilmek için uluslararası finansal olanakları harekete geçirme kapasitesinin zayıflığı nedeniyle uygulanabilir gözükmemektedir. Şimdiki sorun bunun ne kadar çabuk veya geç idrak edileceğine indirgenmiş olabilir.

TÜRKİYE’NİN MALΠKAPASİTESİNİN SINIRLARI

Türkiye ekonomisi bir krizden geçiyor. Bütçe ve bütçe dışı kamu kesimi de bundan büyük ölçüde etkileniyor. Hem dolaylı hem dolaysız vergilerin gelir esneklikleri daralma dönemlerinde hissedilir derecede yükseliyor; dolayısıyla vergi girişlerinde önemli azalışlar ortaya çıkıyor. Bu bağlamda 2020 bütçesinde, yüzde 8,5 düzeyinde “öngörülen” enflasyonun iki katından fazla vergi geliri artışına yer verilmiş olması (ertelenmiş talebin ekonomiyi canlandırma beklentisi) gerçekçi gözükmüyor. Özellikle de hane halkı bütçelerinin genel ekonomik daralmayı aşan ölçülerde küçülmesi dikkate alındığında. (Kişi başına ortalama milli gelir GSYH’dan daha hızlı daralıyor, dolar hesabıyla daha da vurgulu olarak).

Harcama tarafında ise IMF kısıtlarına daha sadık kalınacağının işaretleri hem YEP II’de hem de 2020 bütçesinde yer alıyor. Ücretlerin tayınlanması zaten en iyi bildikleri şeydi. Kamu transfer harcamalarında da geniş kesimleri ilgilendiren sosyal güvenlik transferleri, sosyal yardımlar gibi kalemlerde kısıntılar gündemde. Kamu yatırım harcamalarının da zaten 2019’dan sonra 2020’de de kısılması programa girmişti. Şimdi bunları daha da baskılayacak yeni bir durum ortaya çıktı: Savaş harcamaları. Bu sadece harekâtın finansmanından ibaret değil. Operasyon sonrasında “ele geçirilen” topraklarda kalmanın (ve güvenliği sağlamanın) maliyeti de sürekli bir gider kapısı olarak bütçeyi kemirecek. Bu arada SMO denilen besleme cihatçı güçlerin ücret faturası ve üstlenilen IŞİD misyonunun faturası da giderek kabaracak.

savasin-maliyetleri-nasil-karsilanacak-639048-1.


“Koridorda” planlanan yeni yerleşim yerleri ve altyapı yatırımlarına ise, politik engeller yanında mali engeller nedeniyle de hiç sıra gelmeyebilir. Çünkü kısıtlanan bütçe harcamalarına rağmen bütçe açıkları zaten büyüme eğiliminde. 2019 için 125 milyar TL olacak bütçe açığının 2020’de 139 milyar TL’ye çıkması öngörülüyor. (Her iki yıl için de milli gelirin yüzde 2,9’u düzeyinde). Üstelik 2019 için TCMB’dan bütçeye yapılan olağanüstü aktarmaların 2020’de tekrarlanması mümkün değil, yani açık öngörülenin üzerinde çıkabilir. Tabii satışa konulacak kamu mamelekinin kapsamını genişletmek mümkün, ama derde deva olacak olacak miktarların buradan temini zor. Program ve bütçe de zaten özelleştirme gelirlerinde küçük beklentiler dışına çıkmıyor: Özelleştirme gelirleri için 2019’da 6 milyar TL, izleyen üç yıl için 10 milyar TL’lik yıllık standart beklentiler yazılmış; yani dolar=6 TL hesabıyla yıllık 1,6 milyar dolar gibi küçük “katkılar” beklenmekte.

AKP iktidarı için şimdilik tek iyi mali haber, 17 Ekim mutabakatı sayesinde 22 Ekim akşamına kadar yeni yaptırımların askıya alınmış olması. (Her ne kadar 14 Ekim’de ABD’nin getirdiği yaptırımlar sürüyor olsa dahi, bunlar pek ciddiye alınabilecek nitelikte değildi). Dolayısıyla, şimdilik ekonomiye rahat bir nefes aldırmanın (örneğin 17 Ekim sonrasında TL’nin ani değer kazanması) koşulları oluşmuştu. Ama bu, kırılganlığı şimdilik ortadan kaldırmıştı. Üstelik ABD’nin elindeki silahın gücünü de göstermişti: Ciddi yaptırımların ciddi etkileri olabilecekti. Üstelik bu yaptırımlar ekonomiyi olduğu kadar AKP yönetici sınıfını da yakından ilgilendirebilecekti. Bunun hangi kademeye kadar tırmandırılabileceği de ayrı bir tehdit konusuydu.

AKP, SERMAYEYİ VERGİLENDİREBİLİR Mİ?

Tekrar yeni finansman kaynakları arayışına dönersek, YEP II, kıdem tazminatı fonu benzeri bir “Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi” oluşturarak emekçilerin sırtından kamuya ve özel sermayeye yeni finansman imkânları yaratmak istemektedir (Bkz. 6 Ekim tarihli Birgün Pazar yazımız). Bunun şimdiye kadar sözde kaldığına bakarak yanılgıya düşülmemelidir: İktidar bu defa daha fazla mali sıkışıklık içindedir ve savaş bahanesiyle emekçilerden ve onların çoğunlukla iktidar yanlısı sendikal örgütlerinden daha fazla özveri talep etmenin (hatta bir “savaş salması” çıkarmanın) daha fazla karşılığı olabilir.
Üstelik yüklerin (“fedakârlıkların”) eşit dağıtıldığını göstermek için sermayeyi de daha “ağır” ve etkin vergilendirmeye yönelik önlemler aldığını, yasa teklifleri hazırladığını söyleyebilecek bir konuma geçebilir. Denilebilir ki, Kurumlar Vergisi oranının azaltılacağı programa (YEP II’ye) alınmışken bu nasıl inandırıcı olabilir?

Bu soruya iki düzeyde yanıt verilebilir: Bir, emekçileri haklarının daha fazla budanmasına razı edebilmek için hiçbir zaman uygulanmayacak bir Gelir Vergisi (GV) tarifesi düzenlemesi yapılabilir. (Veya, tıpkı 1998 düzenlemelerinde olduğu gibi, uygulanması zamana bırakılıp sonuçta iptal edilebilir). İki, GV tarifesinin üst oranlarında belirli alt sektörlere, belirli yatırım türlerine (adeta firmaya özel) özel indirimler uygulanması yetkisi Hazine ve Maliye Bakanlığına veya Cumhurbaşkanlığı’na bırakılabilir. Böylece, iktidardakiler ellerine yeni bir havuç ve sopa alarak sermaye birikim sürecine daha doğrudan müdahil olabilirler.

Biz birincisi üzerinde duralım. AKP’nin Kızılcahamam kampında Bakan Albayrak yeni bir GV tarifesinden söz etmişti (Cumhuriyet Gazetesi, 11 Ekim 2019). Buna göre, halen en üst marjinal oranı yüzde 35 olan GV tarifesinin, 500 bin ile 1 milyon TL arasındaki gelirlere yüzde 40 ve 1 milyon TL’nin üstündeki gelirlere yüzde 50 oranında uygulanması gündeme getirilebilecekti. Bunu inandırıcı bulmak için hiçbir neden yok. Bir kere, AKP grubunun böyle bir girişime geçit vermesi beklenemez. Katıksız bir sermaye partisi olan AKP’nin üst cenahından geçmesi de zaten olanaksız gibidir; sermayenin tüm kesimleri tam bir kuşatma uygularlar ve böyle bir “aykırılığa” izin verdirmezler. İkincisi, normal dönemlerde bile akla getirilmesi “yasak” olan böyle bir düşüncenin, ekonomik kriz ortamında sadece telaffuz edilmesinin bile yatırımları nasıl caydırıp ekonomiyi dibe vurduracağı, sermaye kaçışlarına neden olacağı “lisan-ı münasiple” anlatılır. Büyük sermaye çevreleri kaynağı göstermeyi de ihmal etmezler: Vergiyi tabana yay yani vergilendirilmeyen kesimleri, kayıt dışını hedef al. Üçüncüsü, uluslararası rekabet ortamında gelir ve kurumlar vergisi oranlarında aşağıya doğru bir yarış varken, böyle bir girişimin genel gidişata aykırı olacağı, Türkiye’nin rekabet gücünü aşağıya çekeceği ve doğrudan yabancı sermaye girişlerini caydıracağı, uyarısını da ihmal etmezler.

Şimdi şu gerçeğin altını bir kez daha çizelim: Türkiye’de GV tarifesi, birçok kapitalist ülkeden daha da vurgulu olarak, ücretli kesimleri vergilendirmek üzere düzenlenmiştir. Nitekim GV tahsilatının üçte ikisinin, milli gelirin üçte birinden azını alan bu kesimler üzerine yıkılmasının başka bir anlamı yoktur.

Esasen Kızılcahamam kampındaki “fikir alıştırmasına” da hiç şaşırtıcı olmayan şu uyarı eklenmiştir: “Alt gelir grupları için uygulanan vergi oranlarında bir değişiklik düşünülmemektedir.”

Kızılcahamam kampında başka kaynak arayışlarının da olduğu görülmektedir: -Dijital platformların aldığı reklamlardan vergi alınması; -kentlerde değerinde artış olan binalardan/taşınmazlardan “değer artış payı” alınması. Bunların her ikisinin de getirisi, eğer uygulanabilirse, bütçeyi kurtarıcı olamaz. İkincisini bir “sermaye/taşınmaz değer artış vergisi” olarak düzenleyip el değiştirmelerde uygulanan bir vergi olarak tasarlamadıkça bir “şerefiye vergisi”ne dönüşecek ve simgesel anlamda kalacaktır. Sermayenin bu her iki “fikir” bakımından da alarma geçmesi beklenemez.

SONUÇ

Türkiye’nin kaynak sıkışıklığı Suriye harekâtı sonucunda katmerlenmiştir. Bu oyunda “bir koy üç al” seçeneği de bulunmamaktadır. Aslında iki oyun kurulmaktadır: Bir yanda, bir satranç ülkesi (Rusya) ile kendi diplomatik birikimini tahrip ederek şansını zarlara bırakan basit bir tavla oyuncusuna dönüşen AKP Türkiye’sinin Suriye dansı söz konusudur. Öte yanda, bütün kabalığına rağmen, elinde iktisadî, askerî, siyasî ve adlî (Halk Bankası soruşturması gibi) ciddi yaptırım güçleri ve bilemediğimiz kişisel istihbarat bilgileri bulunduran hegemon bir ülke ile aşık atmaya kalkan bir çevre ülkesinin bağımlı yönetici sınıfı vardır. Onlara ne gibi özel tehditler hissettirildiği de bir muammadır.