Savaşla yayılan

Psikolog Banu Bülbül

Son on yılda Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanan çatışmalarda binlerce insan öldü. Mezhepçilik körüklendi, şeriatçı hareketler güçlendi, her grup yanıbaşındakine düşmanlaştı ve emperyalist güçlerin gözetimi olmadan birbiriyle görüşemez hale geldi. Ortak hukukun yokluğu ve bir türlü tanımlanamaması, emperyalizmin bölgeye yerleşebilmesi için uygun iklimi sunarken, bu ülkelerde birleşik bir mücadele hattı örülmesini güçleştirdi. Bu tablo açısından değişim potansiyeli taşıyan en önemli dinamiklerden biri olan kadın hareketleri için savaş koşullarında ayakta kalabilmek, kendini ifade edebilmek hayli zorluydu. Irak’ta ve İran’da gelişmekte olan yerel hareketliliklerin gürüldemeye başlayan akışına devletler eliyle dinamit atılarak suyun akışı bir kez daha kapitalist güçlerin arzu ettiği yola doğru çevrilmeye çalışılıyorken savaş olasılıklarının ifade ettiği tedirginlikler büyüyor.

Yanıbaşımızda yaşanan savaşların hayatlarımız üzerindeki etkileri üzerinde yeterince düşünmeyişimizin bedelini ağır biçimde ödediğimiz kanaatindeyim. Savaşın birebir yansıması olarak yaşadığımız şehirlerde defalarca kez bombalar patlamıştı, hepimiz anımsıyoruz. Bu fiili saldırıların ve yenilerinin gelişmesi tehdidinin gözle görülür etkisi dışında da hayatlarımızı etkileyen pek çok boyutu var yanıbaşımızda yaşananların.

Özellikle Suriyeli göçmen çocukların evlendirilmesi konusunda “onların kültüründe öyle” kabulü ve erken gebeliklerin, çocuk yaşta evliliklerin önlenememiş olması, göçmen kadınların ve çocukların taciz, tecavüz karşısında yeterince yanlarında olamamak, kökeni ne olursa olsun bu ülkede yaşayan tüm kadınlar için güvenlik risklerini artıran bir faktöre dönüştü. Meclis’ten çocuk evliliklerini onaylayan yasalar çıkarmayı hedefleyen cüret, kendisini biraz da bu gerçeklik üzerinden var etti.

Ortadoğu ülkelerinde yaşanan atomize oluş, dağılma ve gettolaşma elbetteki Türkiye’ye de yansıdı ve herkesin kendi inanışına, kökenine göre dağılması ve yaşaması, Suriyeli mahallesi, Kürt mahallesi, işçi semti, beyaz yakalıların yaşam alanı gibi ayrılması, karşılaşma, etkileşim yaşama ve birlikte mücadele etme alanlarını daralttı. Bu durum kadınların dayanışmasını ve temas olanaklarını da daraltan bir faktöre dönüştü. Solun önemli bir bölümünde de zihinler bölündüğünden göçmenleri, yoksul ve işsiz bir kitle olarak değil de mezhebine, etnik kökenine göre kategorilendiren bir anlayışa saplanılabiliyor ve ne yazık ki göçmen kadınların yaşadıkları bu bölünmüş zihinlerde “ama onlar” “yapmıştırlar” “kadın da olsalar” “razılar” gibi düşünce bariyerlerine takılabiliyorlar.

İşsizliğin ve yoksulluğun en büyük kısmı ise göçmen kadınların ve çocukların payına düşüyor. Erkek şiddetinin de elbette. Göçle beraber “erkek olmaya dair” gücünün önemli bir kısmını da ülkesinde bırakarak gelen erkeklerin yitirdiklerinin bedelini en yakınındaki kadına ödetmeye çalışmasına sıkça rastlanıyor.

Dünyanın bir yerindeki savaşın dünyanın kalanına taşınmaması düşünülemez. O savaş hangi yöntemlerle hangi değerler hangi çıkarlar adına yürütülüyorsa, o değerler ve o çatışmalar sınırların ötesine taşınıyor kuşkusuz. En kolay da tüm insanlığın hafızasına, ruhsallığına sızıyor zulümler, zalimler ve savaşın şiddetine maruz kalanlar... Bazen aç çocuk gözleri, bazen bir kadının yüzündeki dehşet, bazen bir dar ağacı olarak fotoğrafları gören gözlerimizden zihnimize, yüreğimize giriyor. Özellikle kadın göçmen nüfusla temas eden, birlikte öğrenen ve birlikte yol yürüyen yöntemler geliştirmediğimiz sürece kendi demokrasi, barış iddialarımızın altında kalmaya mahkumuz. Birlikte özgürleşen kadınlar olmak, her gündemin göçmenlerin sorunlarıyla ve acılarıyla olan ilişkisini görebilmekten geçiyor biraz da...