Sosyalizm insanların akıllarına, yüreklerine düştüğünden beri temel belgiler hiç değişmedi:

“Ekmek, barış, özgürlük!”

1960’lar ve 1970’lerde dünyanın pek çok yeriyle birlikte Türkiye’de de insanlar sola, sosyalizme, umuda, direnişe, gelecek güzel günlere karşı özlemle mücadeleye atıldılar.

İşçiler, köylüler, aydınlar, sanatçılar, kadınlar, gençler özellikle de üniversite gençliği halkla bütünleşerek umudu örüyorlardı.

1 Mayıs 1977’de Taksim’de Yeşilçam’ın en ünlüleri en öndeydi. Cüneyt Arkın’ı hatırlıyorum Sine-sen pankartının altında alana girişini. İşçi sınıfının örgütlü gücü çekim merkezi oluşturmuştu.

Türkiye’nin merkez sağı bile sola yönelmeyi “Ülkeyi Rusya’ya bağlayacaklar” diye tahlil ediyordu! Gerçekten çok taş kafaydılar.

•••

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) reel sosyalizmin en iyi uygulandığı yer olarak hem dikkatle izleniyor hem de savunuluyordu.

Sol içinde savunanlar kadar eleştirenler, hatta birkaç adım daha atarak “Kahrolsun Sovyet Sosyal Emperyalizmi” diye slogan atan siyasetler bile vardı. Türkiye’nin taş kafa sağı, bu siyasetleri de aynı torbaya doldurup Rusyacı diye topluyorlardı.

Türkiye sosyalist olamadı ama SSCB 1991’de dağıldı. Herkes şokta idi. Koskoca SSCB nasıl böyle dağılabilirdi?

Yıllar sonra 1996’da İstanbul’a gelen Sovyetler Birliği Komünist Partisi 2. Sekreteri İgor Ligaçev ile bir söyleşi yapmıştım. Ligaçev bir Sovyet efsanesiydi. 1972’den 1992’ye kadar aynı görevde kalmış çok etkili bir yöneticiydi. Onunla söyleşi yapmak için 5 yıl, 10 yıl beklemiş dünyanın önemli gazetecileri bulunuyordu.

Ligaçev bana dedi ki:

-Sovyetler Birliği dağıldı diye sevinenler, dünyanın bugünkü haline baksınlar. Biz hiçbir şey yapmadıksa şimdi birbirlerinin gırtlağını sıkan halkların bir arada barış içinde yaşamalarını sağlıyorduk.

Sovyetler’in içinin de dıştan göründüğü gibi olmadığını yıllar sonra hep birlikte anladık. Uzun ve çok fazla örnek var. Ben birini sizlerle paylaşmak istiyorum. 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Rus gazeteci Svetlana Aleksiyeviç“İkinci El Zaman-Kızıl İnsanın Sonu” (Kafka Yayınları) kitabında, kendisini anlattığı “Bir Suç Ortağının Notları” adlı bölümde şöyle diyor:

“Kendi annelerimize babalarımıza karşı katıydık. Bize öyle gelirdi ki özgürlük, çok basit bir şey! Bir süre geçti biz kendimiz eğildik onun ağırlığı altında, çünkü kimse bize özgürlüğü öğretmemişti. Sadece özgürlük uğruna ölmeyi öğretmişlerdi!

•••

Günümüzde Sovyetler Birliği yok. Onun etkisini de İgor Ligaçev üzerinden görebiliriz. Savaşlar çok! Düne kadar iyi komşuluk ilişkisiyle barış içinde yaşayan uluslar, halklar, birbirlerinin gırtlaklarına saldırıyorlar.

Çünkü savaşın koşulları ağır basıyor. Savaşa karşı çıkmak kolay değil:

“İnsan nasıl karşı koyabilir ki? Onlar herkesten güçlü, onlar dünyanın en güçlüleri!”

“Bu doğru değil. Dünya onlara izin verdiği sürece güçlüler. Tek bir birey bile herhangi kavramdan daha güçlüdür her zaman, fakat kendine inanmalı, iradesine sahip çıkmalıdır. İnsan olduğunu ve insan kalmak istediğini unutmamalıdır. İşte o zaman etrafını saran, beynini uyuşturan, vatan, görev, kahramanlık, gibi sözcükler kan kokan, sıcak canlı insan kanı kokan boş laflar olarak kalırlar. Dürüst ol, vatan hayatın kadar önemli mi senin için? Soylu hükümdarlarına bile kalmayan bu taşrayı resim yaptığın sağ elin kadar seviyor musun?”

Bu italik bölüm Stefan Zweig’ın “Mecburiyet” adlı savaş karşıtı kitabından alıntılandı. Önce askere çağırılan Ferdinand konuşuyor, ikinci paragrafta ise karısı Paula haykırıyor. 1920’de basılan bu eser elbette yazarın izlerini taşıyor.

İçinde bulunduğumuz zorlu günler için, geride bıraktığımız mücadele dolu yıllara bakmalıyız. Sömürü olduğu sürece sömürüye karşı mücadele de sürecektir. Şimdi hem sömürü var, hem de savaş.

Kutup yıldızı aynı yerinde duruyor:

“Savaşsız, sömürüsüz bir dünya için!..”