Toplumsal yaşam üç biçimde düzenlenir. Devlet, hiyerarşik emir-komuta zinciriyle, piyasa, fiyat mekanizmasıyla, toplum/topluluklar dayanışma ilişkileriyle yaşamı koordine ederler.

Siyasetin önemli bir boyutu bu üç düzenleme mekanizması ve aralarındaki ilişki ve dengenin nasıl kurulacağını tanımlamak üzerinedir. Bugün bu tanımlama radikal bir biçimde yeniden yapılıyor.

Bu dönüşüm radikal çünkü siyaseti bir metafor olarak dost ve düşman arasında mücadele olarak gören anlayışın yerini siyaseti, gerçek anlamda savaş olarak gören bir anlayış almış bulunuyor. Siyaset askeri mantığa teslim olunca başta devlet olmak üzere bütün düzenleyici kurumlar ve ilişkiler de savaş mantığına göre yeniden şekilleniyor.

Devletin örgütlenmesinde, Cumhurbaşkanı etrafında yoğunlaşan bir güç birikmesi ve eşsiz bir merkezileşmenin yaşandığını hepimiz biliyoruz. Bu mekanizma kendini merkeze koyduktan sonra, piyasa ve topluluklarla özgün bir ilişki kurmayı hedefliyor; dışa açılırken, piyasa ve toplumun kendine dost gördüğü güçlerini yanına alıp, dışında kalanları düşman kampına yerleştiriyor.

Hiyerarşinin toplumla kurduğu ilişkinin cemaatler modeline yaslandığı ve bu yaslanmanın başımıza ne işler açtığını tartışmaya gerek var mı? Ancak bu mantıktan vazgeçildiğini söylemek mümkün değil; o cemaatin yerine başka cemaatler dolduruyor. Devlet toplumla cemaat mantığıyla ilişkilenince, Diyanet İşleri’nin bütçesinin rekorlar kırmasın da şaşırmamak gerekiyor.

Ancak asıl üzerinde durmak istediğim bu modelin piyasayla kurduğu ilişki biçimi! Bir avuç dost şirket garantiler de alarak, uzun vadeli olarak havalimanı, otoyollar, köprüler, nükleer santraller, şehir hastaneleri ve daha nice projenin müellifi oldular. Öte yandan bu şirketlere verilen garantili ihaleleri basitçe sermayeye kaynak aktarım modeli olarak görmek yanlış olur. Mesele şu ki, bu şirketler hiyerarşik savaş makinasına eklemlenerek hızlı biçimde devletin bizatihi kendisi haline geliyorlar.

Bu nedenle bakanlık koltuğunda oturanların dikkate değer bir bölümünün geçtiğimiz dönemde sektörlerindeki önemli şirketlerin CEO’su ya da sahibi olduğunu hatırlamakta yarar var.

Sağlık Bakanlığı koltuğunda bir büyük sağlık şirketinin sahibi otururken, açılacak şehir hastanesine yol vermek için kapatılan bunca yılın Numune Hastanesi’nin önünde açıklama yapmak isteyen Tabipler Birliği’ne izin verilmemesi şaşırtıcı değil. Benzer biçimde hastanelerde güvenliğini sağlamaya yönelik yasal düzenleme yapılırken KHK’larla kamudan uzaklaştırdığı ve düşman kampına koyduğu hekimleri de unutmadı. Devlet aklıyla şirket aklını sentezleyip, “tamam kamptan çıkıp çalışmana izin veririm, ama bunun için ödeme yapmanız gerekir” dedi. Bu skandal düzenlemenin aldığı tepkiler geri adım attırmış olabilir ancak beyan edilen niyet gelecek açısından akılda tutulması gerekiyor. Bu resme bir de havalimanı inşaatında insanlık dışı çalışma koşulları nedeniyle yaşamını yitiren savaşın rütbesiz askerleri işçileri ekleyelim!
Şimdi geçmişten kalmış bir kazanım olarak önümüzde yerel seçimler var. Siyasetin savaşa, devletin tekelci-otoriter bir şirkete dönüştüğü bir ortamda yerel seçimler kuşkusuz önemli, ama unutmayalım “kabul edilmez belediye başkanları seçilirse, kayyum mekanizması devreye girmekte gecikmeyecek”!

Görünen o ki demokratik mekanizmalarla savaşın aynı ortamda ne kadar yaşayabilecekleri artık acilen yanıtlanması gereken bir soru! O yüzden seçime giderken atanmış belediye başkanı modelinin tartışılıyor olması şaşırtıcı değil.

Şaşırmıyoruz çünkü savaş galiba ilk önce şaşırmamayı öğretiyor!