Hâlâ sonbahar günlerini yaşıyormuşuz gibi, arada yağmurlar, hüzünlü rüzgârlar… Bu yazıyı yazdığım yerde, Laura Cahen’in söylediği ‘La complainte du soleil’ adlı şarkı çalıyordu. Bazen tatlı, bazen acı bir hüzün kaplıyor insanın içini. Tatlı hüzün de neymiş, hüznün tatlısı mı olurmuş diyen olur belki. Gerçekte pek çok hüznün, hayal kırıklıklarıyla birlikte tatlı bir yanı vardır. Psikanalist Melanie Klein’ın açıkladığı gibi, doğuştan gelen sevgi yetisini, çevresel koşulların etkisiyle oluşan haset ve nefretle yitirmeyen kişi, hem kendi içinde, hem de dışındaki dünyayla bir bütünlük hissine sahip olur. Yaşadığı acı ve kötü olaylara bile, bu bütünlük hissiyle başka bir gözle bakar. Kendi kendisini anlama yolunda ilerleyen kişi, başkalarının neden öyle davrandığını da anlamaya, dünyayı ve insanları olumlu ve olumsuz yanlarıyla bir bütün olarak kabul etmeye başlar.

Bugünlerde Can Yayınları, Hermann Hesse’nin ‘Siddharta’ adlı romanını yeniden yayımladı. Bu romanı ilk defa, üniversiteye başladığım günlerde okumuştum, eskiden halka açık olan Cennet Bahçesi’nde. Cennet Bahçesi, Beyoğlu’nda, Gümüşsuyu’nda, Boğaz manzaralı, ağaçlıklı bir kır kahvesiydi. Sonbaharda masaların üzerini sararmış yapraklar kaplardı. Şimdi bir bankanın, halka açık değil… Bütün romanı orada okuyup bitirmiştim, genç bir insan olarak Hermann Hesse’den epeyce bir şey öğrendiğimi hatırlıyorum. Genç olmak ne zor şey. Hayatını nasıl yaşayacaksın, ergenlikle birlikte değişen bu bedeninle neler yapacaksın, çocukluğunda kurduğun hayallerin kırılmasına nasıl dayanacaksın, sınırlarını nasıl öğreneceksin, dürtülerle üstbenlik arasında sıkışıp kalmış benliğini nasıl kuracaksın?

Romanın bir yerinde Siddharta’yla ilgili şöyle yazmıştı Hesse: “Bazen yüreğinin derinliklerinden can çekişen hafif bir ses geliyordu kulağına; ses öyle hafiften yankılanıyordu ki Siddharta zor işitebiliyordu. Her defasında garip bir ömür sürdüğünü, tümü yalnızca oyun olan pek çok şey yaptığını, neşe ve bazen haz içinde vakit geçirmesine karşın gerçek hayatın ona hiç dokunmaksızın yanı başından akıp gittiğini düşünüyor…” Pek çok kişi böyle hissetmiyor muydu, özellikle gençler… Siddharta, sevişme sanatını öğrendiği yosma Kamala’ya şöyle der: “Sen de benim gibisin, insanların büyük çoğunluğundan farklısın. Kamala’sın sen, yalnızca Kamala; içinde dingin bir yer, sığınılacak bir yer var, ne zaman istersen benim gibi oraya çekilebilir, kendini kendi evinde hissedebilirsin. Pek az insanda vardır bu, oysa herkes buna sahip olabilir.” Kendini dini bir öğretiye adamış Siddharta ile bir fahişe arasında geçen bu diyalog o zamanlar beni büyülemişti. Psikoterapi ile amaçlanan şeylerden biri de, insanın kendi içinde kendisini yuvada hissetmesi değil mi? Bazı insanlar, kendi içlerinde sürgündeymiş gibi yaşarlar, her aşkta, inançta, insanda kendi yuvalarını ararlar, ama içlerinde o yuvayı inşa etmedikleri sürece her zaman bir sürgün hayatı beklemektedir onları, ilişkiden ilişkiye, evlilikten evliliğe akıp giden yuvasız bir hayat… Melanie Klein, bu yuvasızlık durumunun kaynağı olarak bebeklik dönemini işaret eder, anneyle kurulan doyumlu, güvenli ve sevecen ilişki özümsendiğinde bebek kendi içinde iyi nesnelerden oluşan bir yuva inşa etmeye başlar. ‘Haset ve Şükran’da şöyle yazar Klein: “Memede doyum ve kabullenme deneyimi yinelendiği ölçüde haz ve şükran deneyimlerinin sıklığı ve yoğunluğu artar ve dolayısıyla karşıdakine haz verme isteği güçlenir.”

Siddharta, o yuvaya sahip olmak için çok akıllı ya da bilgili olmanın hiçbir önemi olmadığını anlatıyordu. Bazı insanların çocuklarınki kadar aklı olsa da içlerinde böyle bir sığınakları olabileceğini belirtiyordu: “İnsanların büyük çoğunluğu Kamala, düşen bir yaprak gibidir, kapılıp gider rüzgârın önüne, havada süzülür, dönüp durur, sağa sola yalpalar, salınarak iner yere. Pek az kişi de vardır, yıldızlara benzer, belli bir yörüngede ilerler durur, hiçbir rüzgâr varamaz yanlarına, kendi yasalarını ve izleyecekleri yolu kendi içlerinde taşırlar.”

Siddharta’nın bu sözleri, o zamanlar hayatıma yön vermişti. Şimdi düşünüyorum da, doğrusu yıldız olmak da değil, rüzgâra kapılmış bir yaprak olmak da… Yapraklarını döken ve yeniden yapraklanan bir ağaç olabilmek, derinlere kök salan…