“Yazarın görüşleri ne kadar gizli kalırsa eser için o kadar iyi olur.”

Edebiyat estetiğiyle ilgili çalışma ve tartışmalarda çok alıntılanan, neredeyse başlı başına bir aforizmaya dönüşmüş bu söz Friedrich Engels’in yazar ve gazeteci Margaret Harkness’a gönderdiği bir mektupta geçer. Harkness 1887’de yayımlanan A City Girl (Bir Şehir Kızı) adlı romanını Engels’e göndermiş, Engels de Nisan 1888’de bu mektubu yazmıştır.

Bu söz iyi bilinir de, Margaret Harkness ve romanı pek -Türkiye gibi ülkelerde neredeyse hiç- bilinmez. Hatta bu sözü alıntıladığım Murat Belge çevirisinde (Sanat ve Edebiyat Üzerine, Marx-Engels, Birikim Yay., 1980 ve 2016 basımları) kitabın sonuna eklenen ‘Biyografik Bilgiler’ başlıklı indekste yazar iki hata ile şöyle tanıtılır: “Harkness: (Joan Law’un takma adı), 1880’lerin İngiliz sosyalist yazarı.” İlk hata bir erkek ismi olan ‘John’un kadın ismi ‘Joan’ olarak yazılması, ikinci hata bunun yazarın gerçek adıymış gibi sunulmasıdır. Margaret Harkness kadın yazarların makbul olmadığı bir dönemde, kabul görebilmek için yazdıklarını erkek ismiyle (John Law) yayımlayan yazarlardandır.

Aynı şeyi pek çok kadın yazarın uygulamak zorunda kaldığı fazlasıyla erkek-egemen bir yazın tarihimiz var: Bronte Kardeşler (Charlotte, Emily ve Anne) romanlarını yayımlatabilmek için soyadı Bell olan üç erkek kardeş uydurmuşlardı (Currer, Ellis ve Acton). Bugünlerde yeni film uyarlamasıyla gündemde olan Little Women/Küçük Kadınlar’ın yazarı Louisa May Alcott ‘hanımefendilere pek uygun görülmeyen’ gotik romanlarını, okurlar tarafından erkek ismi olarak algılanacak biçimde ‘A.M. Barnard’ adıyla yayımlamıştı. Turgenyev’in “Çok cesur bir adam olan çok iyi bir kadın” diye tanımladığı George Sand’in gerçek adı Amantine Lucile Aurore Dupin’di. Karen Blixen 1934’te Seven Gothic Tales (Yedi Gotik Öykü) adlı kitabını Isak Dinesen ismiyle yayımlamıştı. Kadınların üreme amaçlı kölelere dönüştüğü faşist bir geleceği anlatan Swastika Nights/Svastika Geceleri adlı müthiş distopyayı Katharine Burdekin’in yazdığını biliyoruz, ama 1939’da okurlar romanı Murray Constantin adlı bir erkeğin yazdığını sanıyordu. Bilim-kurgu edebiyatının üretken ve ilerici yazarlarından James Tiptree Jr. aslında Alice Sheldon’dı.

Margaret Harkness’ın Londra’nın varoşlarında yaşayan Nelly adlı işçi kızın bir küçük burjuva tarafından baştan çıkarılması ve sonrasında yaşadığı trajik olayları* anlatan romanını Engels’e John Law adıyla değil de kendi adıyla göndermiş olması bile böyle bir dünyada çok cesur bir davranıştır.

Büyüdüğümüz dünyada cinsiyet ayrımı o kadar katıydı ki, çocukluk yıllarımda ilk kez bir erkek yazarın birinci tekil şahıs üzerinden kadın karakter olarak yazdığı bir roman okuduğumda nasıl şaşırdığımı hatırlıyorum. Neyse ki yaşlandığımız dünyada, en azından bilim ve sanat ortamında eril baskı her gün biraz daha azalıyor; kadın-erkek herkesin sanki “yazarın kadınlığı ne kadar gizli kalırsa eser için o kadar iyi olur” diye bir kural varmış gibi davrandığı günlerin tarihe karışacağı zamanlara doğru ilerliyoruz.

*Aslında Harkness’ın romanı üzerinden bir dönemin Yeşilçam filmlerine değinecektim ama yazı kendi akışını bu şekilde belirledi, ‘zengin adamın hamile bıraktığı fakir kız’ın hikâyesi başka bir yazıya kaldı.