Tasfiye edilen arkadaşlarımızın hepsi kamusal eğitim imkânları ile yüksek eğitim fırsatı bulmuş, hayatlarını kütüphanelerde, dersliklerde, araştırma alanlarında geçirmiş, bu toplumun türlü meseleleriyle uykusuz kalmış, düşünen, sorgulayan, üreten ve vicdanlı insanlardı. Cumhuriyet elitleri değil, cumhuriyet çocuklarıydı hepsi

Sayıların ötesinde: Yeniden tasfiye olmak!

Ece Paralı Öztan

“1947 - 48 üniversite tasfiyesi, benim, Niyazi’nin ve Behice’nin hayatlarını etkileyen, değiştiren bir olaylar zincirinden ibaret olsaydı1; belki de bu kitabın yayınlanmasına gerek olmazdı. Bizim yaşadıklarımız; bence, Türkiye’nin siyaset, hukuk ve üniversiteler tarihine bir yüz karası olarak geçecek acı ve öğretici özellikler de taşıyor. Türkiye bizimkine benzer cadı kazanlarının kaynatıldığı başka dönemlerden de geçti ve bizden sonra da, benzer acı tecrübeleri yaşayan başka bilim insanları oldu. Bu nedenlerle, bizler istisnai bir dönemde kazaya uğramış insanlar değildik.”2
Pertev Naili Boratav


Eylül başından bu yana OHAL KHK’ları aracılığıyla yürütülen, üniversitelerdeki tasfiye operasyonuna hem tarihsel süreklilik içerisinden bir mesafe ile bakmak hem de ardı arkası kesilmeyen KHK’larda adını arayan akademisyenlerin sayıların ötesindeki gerçek hikayelerini unutmamak gerekiyor. 7 Şubat günü ilan edilen KHK’da ismini gören akademisyenlerden biri olarak bu kadar sıcak, bu kadar doğrudan hayatımızı ilgilendiren bir süreç hakkında yazmak hiç de kolay değil. Öncelikle bu süreç yalnızca akademisyenlere yönelik bir tasfiye değil. Binlerce Eğitim-Sen’li, demokrat ve muhalif öğretmenin yanı sıra, orkestra şefinden, servis şoförüne, hukukçusundan hesap uzmanına kamuda yapılan çok kapsamlı bir tasfiye bu. Geçtiğimiz hafta yapılan bir habere göre akademisyenlere yönelik tasfiyelerin toplamı, 15 Temmuz’dan bu yana yapılan tasfiyelerin yüzde beşi bile değil. Girdabın büyüklüğüne ilişkin bir veri de, 15 Temmuz sonrası KHK’larla akademiden tasfiye edilen öğretim üyesi sayısının tüm darbe dönemlerinde tasfiye edilen akademisyen sayısının 20 katından fazla olması. Yani, ister akademi içinden ister dışından bakın, etkileri çok geniş bir alana ve zamana yayılan ve bu kadar yakından bakarken boyutlarını anlamakta güçlük çektiğimiz bir süreçten bahsediyoruz.

Üniversitelerde barış imzacısı akademisyenler ile Eğitim-Sen’li muhalif, solcu ve demokrat akademisyenlere yönelik tasfiye süreci 2 Eylül tarihli KHK ile başlamıştı. Bugün itibarı ile gelinen noktada Eylül, Ekim, Kasım, Ocak ve en son çıkarılan 7 Şubat tarihli KHK’lar ile barış bildirisi imzacısı olan toplam 312 akademisyen kamu görevinden çıkarıldı. Bu sayılara, yine aynı nedenlerle istifa ya da emekli olmak zorunda kalan veya sözleşmesi uzatılmayanları da eklediğimizde barış imzacısı 374 akademisyenin tasfiye edildiğini görüyoruz.

Akademiye daha yakından baktığımızda, kabaca sayılar üzerinden şu saptamayı yapmak mümkün: Akademideki tasfiye sürecinin giderek doğrudan üniversitedeki demokrat/muhalif kişileri hedeflemeye başladığı söylenebilir. Barış bildirisi metnini imzalayanların sayıları üzerindeki bilgiler net olduğu için oradan hareket edelim: İlk iki KHK ile ihraç edilen barış imzacısı akademisyen oranı toplam ihraç edilen akademisyenlerin %2’si, Kasım ve Ocak KHK’larında %6’sı, 7 Şubat tarihli KHK’da ise tam % 56’sı! Bu isimlerin en azından benim bildiklerimin hepsi, bırakın Fettullahçılarla ile ilişkili olmayı, yıllarca tepeden inme kadrolarla önlerine çıkarılan, kendi yükselmelerini engelleyen bu hareketle mücadele etmiş, ona karşı durmuş kişiler. Bu kişilerin herhangi bir terör “yapılanması” ile ilişkili olduğu iddiası gülünç, hatta akıl dışı!

Gerçekte bu tasfiyeler bizim yaşadığımız iç kararıcı, korkunç baskı ortamının son halkası. Barış bildirisinin imzalandığı Ocak 2016’dan bu yana bu akademisyenler bir linç kampanyasının konusu haline geldi, medyada hedef gösterildi, kriminalize edildi. Akademisyenler üniversitelerinde mobinge uğratıldı, tehdit edildi, kimi şehirlerde yaşadıkları evlerde yaşayamaz hale geldiler. Medya, toplum ve üniversite içerisindeki bu linç süreçlerinde başrolü oynayanlar türlü şekillerde ödüllendirildi. Örneğin hemen yanı başımızdan örnek vermek gerekirse, Yıldız Teknik Üniversitesi’nin o dönemki Rektörü, basına verdiği demeçlerle barış imzacılarını çoktan suçlu ilan ediyor, hatta doğrudan bizim de mensubu olduğumuz bölüme yönelik olarak akıldışı ithamlarda bulunuyordu. Yasanın elini kolunu bağladığına hayıflanarak daha hakkımızda idari soruşturma bile başlamadan hükmünü ilan ediyordu. E tabii, aynı rektörün kurduğu soruşturma komisyonunun da, fikri belliydi. Komisyonun bizatihi kuruluşu yanlıydı. Örneğin komisyon başkanı zat, yansız bir şekilde karar vermesi, ifade ve savunmamızı alması beklenen bir kişi, twitter hesabından daha soruşturma başlamadan linç kampanyası başlatmıştı.
sayilarin-otesinde-yeniden-tasfiye-olmak-246907-1.
Bu noktada ikinci saptamayla devam edelim: İçinde yaşadığımız tasfiye süreci yalnızca geçtiğimiz yıl imzalanan barış bildirisine ilişkin bir tasfiye süreci olmayıp, üniversitelerde geçtiğimiz son dönemde giderek hızlanan akademik hak ihlalleri ve bir “yerleşme” düzeneğinin parçasıdır. Taşra üniversitelerindeki ahbap-çavuş ilişkileri, idari kadrolara yapılan atamalar, bu idari görevlerle “işe koyulan” irili ufaklı idarecinin üniversite içerisinde yukarıdan emir ile gelen yeni kadrolar yaratması, adrese teslim olarak açılan akademik kadrolar, tez jürilerine, tez konularına ve hatta başlıklarına müdahaleler, muhalif, eleştirel tüm alanlara yönelik olarak artan baskılar, üniversitedeki hukuksuz süreçlere ve yolsuzluklara yönelik ses çıkaranlara yönelik olarak açılan soruşturmalar, asistan kıyımları, yürütülen akıl almaz oyunlar tüm bu sürecin parçası olarak görülmeli. O kadar çok örnek var ki! Son yıllarda yaşananları kayıt altına almak, takibini yapmak bile hiç kolay değil. Merak edenler “Türkiye’de Araştırma ve Öğretim Özgürlüğü Uluslararası Çalışma Grubu” web sayfasına hazırlanan “Akademik Hak İhlalleri” raporlarına bakabilirler.3
Yine kendi öykümüzden örnek verecek olursak, YTÜ İİBF Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde onlarca kişiye geçtiğimiz on yıl boyunca hak ettikleri kadroların hiçbir verilmedi. Bu nedenle akademik anlamda en üretici oldukları ve öğrencilere büyük katkı ve deneyimler sağlayabilecekleri bir dönemde, öğrencilerle ilişkileri kesilmeye çalışıldı, kendi adlarına ders açamaz, tez yürütemez pozisyonda bekletildiler. Akademik olarak doçentlik unvanına hak kazananlar bile, idari olarak “araştırma görevliliği” kadrosunda istihdam edilmeye devam ettiler. Bazı arkadaşlarımıza yazdıkları yazılar nedeniyle soruşturma açıldı. Yani baskının tarihi imzanın tarihinden eski ve onu çok aşan boyutlardaydı.

Üstelik sınırlama ve baskılar, sadece dersler, akademik unvanlar bakımından olmadı. Düzenlenecek konferanslar, kurulmak istenen öğrenci kulüpleri, üniversite içerisinde yapılan her türlü etkinlik de bu baskı ve yıldırı sürecinden nasibini aldı. YTÜ teknik bölümlerin ve erkek öğretim üyesi ve öğrenci sayısının yoğun olduğu bir üniversite. Tam da bu sebeple, gerek üniversite seçimlik derler, gerekse öğrenci kulüpleri, konferanslar ve sosyal etkinliklerle üniversite geneline önemli bir katkı sağlayacak pek çok güzel fikir, düşünce ve faaliyete ne yazık ki türlü şekillerde engel olundu. Örneğin danışmanı olduğumuz ve öğrencilerin girişimini yaptığı Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları Kulübü, farklı dönemlerde defalarca başvurmamıza rağmen, her seferinde reddedildi, bölümümüz öğrencilerinin kurduğu mevcut kulüp ise kapatıldı. Bölümümüzün kurucusu anısına düzenlediğimiz konferanslara son dönemde yer dahi verilmedi. Bunlar YTÜ’deki akademik, sosyal ve gündelik yaşamı çekilmez hale getiren olaylar içerisinde sadece birkaçıydı üstelik. Üniversitemizin rektörünün barış imzası sonrasında baklayı ağzından çıkardığı gibi, bölümün büyük bir bölümü çoktan sakıncalı ilan edilmişti bile. İmza bu tasfiye sürecine bir bahane oldu, 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL ise bu tasfiye sürecinin doludizgin gerçekleşeceği histerik bir ortam yarattı.

Son KHK ile YTÜ’de 27 kişi memuriyetten ihraç edildi. İhraç edilenler arasında önceden istifa edenler ve emekli olanlar dahi vardı. 27 kişinin 16’sı İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, 14’ü Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’ndendi. Bir bölümün neredeyse yarısı bir gecede tasfiye edildi. Üstelik tasfiye edilen arkadaşlarımızın hepsi kamusal eğitim imkânları ile yüksek eğitim fırsatı bulmuş, hayatlarını kütüphanelerde, dersliklerde, araştırma alanlarında geçirmiş, bu toplumun türlü meseleleriyle uykusuz kalmış, düşünen, sorgulayan, üreten ve vicdanlı insanlardı. Cumhuriyet elitleri değil, cumhuriyet çocuklarıydı hepsi.
Elbette bu evveliyatı olan baskı sadece bizim üniversitemizle sınırlı değil. Alanlarında değerli katkılar, toplumsal meselelere ilişkin nitelikli ve eleştirel analizler sunan yüzlerce akademisyenin üniversitelerden uzaklaştırılması anti-entellektüalizmin en son ve hoyrat halkası olarak görülmeli. Demokrat/muhalif öğretim üyelerine yönelik tasfiye sürecinin ağırlıklı olarak Siyasal Bilgiler, İktisadi İdari Bilimler, İletişim, Felsefe Sosyoloji, Hukuk gibi sosyal bilim alanlarından olması da bu anlamda tesadüf değil. Tasfiyenin sayıca en yüksek olduğu yerin Ankara Üniversitesi ve özel olarak Mülkiye oluşu, lisansüstü dersler veren Mülkiye’nin efsane hocalarının derslerinin ellerinden alınması sadece bir örnek.

15 Temmuz sonrasında, FETÖ’cü tasfiyesi paketi altında sunulan bu sürecin hukuksuzluğu bir yana, tasfiye süreçleri ve kurulan irili ufaklı cadı kazanlarına ilişkin somut hikayeler yazılacaktır elbette. Fakat halihazırda içinden geçmekte olduğumuz süreç sayılarla boğulduğumuz bir girdabı andırıyor. Bu girdap içinde kişisel acılarımız ile Türkiye toplumunda yaşanan dönüşüm ve siyasi projeler arasında bağlantıları anlamak, çözümlemek sadece sosyal bilimcilerin değil, geleceğini arayan her yurttaş için geçerli. Bugün, üniversitenin bitişinden söz ediyorsak, C. Wright Mills’in ifadesi ile tek tek biyografiler ile tarih arasındaki bağı kurmak4 ve bu tahayyülü üniversite dışına taşımak zorundayız. “Yıkanmak istemeyen çocukların”5 tasfiye öyküleri ile ülkemizdeki özgürleşme ve demokrasi mücadeleleri arasındaki bağlantıyı kurmak zorundayız. Bir gün birbirimizin yüzüne umutla bakabilmek için! “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet”

Dipnotlar:
1 1948 Ankara DTCF tasfiyesinden nasibini alan isimlerden biri de Mediha Esenel (Berkes) idi. Feryal Saygılıgil’in titiz emeği ile Mediha Esenel’in tasfiye sonrası öyküsünü öğrenme fırsatı buluyoruz. Feryal Saygılıgil, “Erken Cumhuriyet dönemi aydınlarından: Mediha Esenel (Berkes)”. Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 28. Sayı, 2014/1.

2 Mete Çelik, Üniversite’de Cadı Kazanı - 1948 DTCF Tasfiyesi ve Pertev Naili Boratav’ın Müdafaası, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul,1998.

3 https://gitturkiye.org/
https://gitturkiye.org/images/GITT_dosya2013-2015.pdf ;
https://gitturkiye.org/images/GITTurkiye_DosyaNo_2012_06_final.pdf

4 C. Wright Mills, Toplumbilimsel Düşün, İstanbul: Der Yayınları.

5 Ünsal Oskay, Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım”, İnkılap Kiyapevi, 2014.