Tiyatronun hatta tüm sahne sanatlarının özünde iki temel bileşen vardır: Oyuncu ve seyirci. Yönetmen gibi, dramaturg gibi, kostüm tasarımcısı gibi, ışık tasarımcısı gibi, sahne gibi bugünün tiyatrosunun olmazsa olmazları esasında olmazsa olur. Bu bileşenlerin hepsi zaman içinde sahne sanatlarındaki yerlerini sağlamlaştırmıştır. Hatta yazar bile. Düşünün, işin özünde elinizde bir tiyatro metni olmasa bile olur. Sahne olmasa da olur. Çünkü sahne diye düşlediğiniz her yer sahnedir. Ama oyuncu ve seyirci olmadan olmaz. Seyirci, sahne sanatlarının her şeyidir, o olmadan gerçekleşmez, tamamlanmaz.

Futbola bu biçimde baktığımızda elimizde temel bileşen olarak oyuncu ve top var. Bugünün futboluna dâhil olan başka hiçbir şeye ihtiyaç yok işin başında. Ne teknik direktöre, ne hakeme, ne formaya, hatta ne krampona ihtiyaç var. 1950 yılında Dünya Kupası’nda maçlara çıplak ayak çıkmak isteyen Hindistan örneği var önümüzde. Kupa bileti almasına rağmen bu talebi yüzünden kupaya gidemeyen Hindistan milli takımı. Ne kramponu.

Aynı sahne sanatlarında asal olmayan diğer bileşenlerin zaman içinde sarsılmaz yerler edinmesi gibi, seyirci de futbol için olmazsa olmaz bir bileşene dönüşmüştür. Futbol seyirciliği taraftarlık duygusuyla iç içe geçtiğinden futbolda seyircisizlik artık imkânsızdır. Seyirci yoksa atmosfer yoktur, seyirci yoksa tezahürat yoktur, seyirci yoksa aşk yoktur. O yüzden de takımlara verilen en büyük ceza, seyircisiz oynama cezasıdır. Aşkını alırsın çünkü oyunun.

Pandemi yüzünden izlediğimiz maçlardaki tatsız tutsuzluktan dert yanarken seyirci efektiyle maç yayınlamak fikri doğdu. Boş tribünleri kadraja mümkün olduğunca az alıp, taraftar sesi verilerek yayınlanan maçlar işimizi bir nebze kolaylaştırdı. Tam da burada ben teatralliğin ne kadar kuvvetli bir şey olduğuna takıldım.

Ne güçlü bir fikir. Bir şeyin gerçek olmadığını bile bile onun gerçekliğine inanmaya bu kadar hazır olmak. Kendini teslim etmek. “Şimdi burası pastane” diyince şimdi oranın pastane olması. Sorgusuz sualsiz. Ses efektli maç yayını da öyle oldu. Sesin banttan verildiğini biliyorduk ama gerçek olduğuna inanmaya teşneydik. İnandık. Bomboş statta kenardaki teknik direktörlerin çırpınışlarını duymak, bir iki cılız sesi dinlemek, sessiz sedasız maç izlemek yerine banttan verilen yalan dolan seslere inandık.

Hâlbuki benim şu hayattaki ilk hayal kırıklıklarımdan biri pleybek diye bir şeyin olduğunu öğrenmekti. Çocuk aklım bir türlü almamıştı, eline mikrofon alıp şarkı söyleyen birinin sadece ağzını oynatıyor olduğunu. Hâlâ da almaz. “Ses efektli maç yayınına inanıyorsun da pleybeke neden inanmıyorsun?” diyecek olursanız sanırım sır gerçeğin saklanmasında.

Birinde bana gerçek olmadığı söyleniyor, mış gibi olana inanmayı ben seçiyorum, diğerinde şarkıcı ağzını oynatıyor, arkada kemancısı bilmem nesi çalıyormuş gibi yapıyor, orkestra varsa canhıraş uğraşıyor ve bunların gerçek olduğunu iddia ediyor, ama değil. Yalana inanmayı bile seçime bırakacaksın. Tiyatronun en büyük gücü buradan geliyor bence.

Bilim insanları, hekimler ve insanlık altından kalksın bu illetin bir an önce. Tiyatrolar, operalar, maçlar seyircisine kavuşsun. Şu salgın bi bitsin gerekiyorsa konserler pleybek olsun, baştan söylerseniz, söz inanmayı seçip eşlik bile ederiz.