Herkes biliyor ki, sermayenin hizmetine koşulmuş teknolojinin gölgesi altında gelişmeye çabalayan bilim dünyasının itiraf etmeye yanaşmasa da “de facto” benimsediği çizgiyi değiştirmek artık imkânsızdır. Şimdi materyalizme karşı direniş “post” markalı başka çıkış noktaları arasa da laf kalabalığıyla sonuç alınamayacağı ortadadır.

“Sayrılık ve Zehir Taşıyan Sayısız Atom...”

Lucretius “De Rerum Natura / Evrenin Yapısı” adlı eserinin 6. bölümünde sıranın atomların kötülüklerine ya da kötülüklerin, hastalıkların da atomlarla, “ögeler” ya da “res”lerle açıklanabileceğine inandığı için “Salgınların yapısını anlatacağım şimdi” diye girer konuya. Salgınların vahşi hikâyesini, insanların çaresizliğini “Hangi kaynaktan fışkırıp sayrılık birikiminin / kırıp geçirdiğini insanlarla hayvanları / çoğu tözlerin bize dirim veren / kimi atomlar olduğunu kanıtlamışım sana / sayrılık ve zehir taşıyan sayısız atom da / ortalıkta uçuşup dursa gerek öte yandan” (Çeviri: Tomris-Turgut Uyar, sf.254. Norgunk Yayınları) diye sanki öfkeyle anlatır.

İşte bizim SARS takım yıldızından Covid-19 belalımız da yüzyıllar öncesindeki akrabaları gibi gözle göremediğimiz, nasıl kaçacağımızı bilemediğimiz varlığıyla canımıza okuyor. Neredeyse bir yıldır gözle görülmez cismiyle tüm yaşam alanlarımıza sızdı. Görmüyoruz ama orada, birimizden ötekine, ötekinden berikine ordular halinde saldırıyor. Görmüyoruz, varlığını ateşle, bitkinlikle, koku alma duyumuzu felce uğratarak kanıtlıyor, ciğerlerimize inmek için nefes borumuzu zorluyor. Var, orada, görmüyoruz, ama bilim yüz yıllar önce Lukretius’un anlattığı “sayrılık ve zehir taşıyan atomlar” diye tarif ettiği belayı, bu can alan, can yakan virüsü görüyor, resmini bile çekiyor. Orada bir yerde, bizi bekliyor, belki buldu bile. Gözle göremediğimiz Covid-19 virüsünün bir algı, bir sanrı, bir hayal değil gerçek.

Görerek, koklayarak, tadarak, duyarak, dokunarak algıladığımız şeylerin gerçek olmadığını imaj olduğunu parlatılmış felsefi kılıklar altında söyleyenler de var; ama biz görmediğimiz, koklayamadığımız, duyamadığımız, dokunamadığımız Covid-19’un varlığından hiçbir şekilde kuşku duymuyoruz. O bir algı, bir imaj değil, bir gerçek. Var, orada, belki de çoktan girdi içimize.

Beyin ressam değil, ressamların beyni var

Peki, gerçeklikle, hakikatle ya da içimizde dışımızda kendini gösteren gerçekle ilgili şu sıralarda yaygınlaşan gerçeklerle ilgili “kuşkular” nereden geliyor? Sanatın gerçeği yorumlaması, onu zenginleştirmesi, haz kaynağına dönüştürmesi, güzellemesi ya da bizi bir şekilde uyarması mı kuşkunun kaynağı? Diyorlar ki dış dünya hakkında bilgi sahibiyiz hepimiz, onu inkâr eden yok ama kesin ve mutlak doğru bir bilgiye sahip olduğumuzu kim söyleyebilir ki? Diyorlar ki, dış dünyayla ilgili sahip olabileceğimiz tek gerçeklik yorumumuzdan başka bir şey değildir. Sonra o etkileyici sözler çalınıyor kulaklarımıza; beynimizin bir ressama benzediğini söylüyorlar. Sormadan da duramıyoruz; peki, ressamın gördüğü ve kendince yorumladığı, güzelleştirdiği, derinleştirdiği, değiştirdiği gerçek artık gerçek değil mi, “Post Truth” mu yoksa o? Öyleyse şöyle mi oluyor; sadece renk, koku ve ses gibi duyumlar değil, gündelik hayatımızda maddî gerçeklik sandığımız dış dünya bilincimizin bir üretimi midir?

Hiç sanmıyorum. Bir ressam olduğunu da sanmam beynimizin ama hepsi de işlek ve farklı birer beyne sahip olan ressamların gerçeği, gerçekliği çok güzel yorumladıklarından, bize anlatırken gerçeğin genişleyen dünyasını ama özü, özdeki gerçeği inkâr etmeden sunduklarından eminim. İnkar edene hiç rastlamadım işin doğrusu; ne Van Gogh ne Cezanne ne Picasso ne Dali gerçeği inkar ederek resim yaptılar, gerçek orada duruyordu; onlar onu kendilerince söylemek, anlatmak istediklerini göre yorumladılar, reddetmediler, çoğalttılar, biz gerçeği daha iyi kavrayalım diye bizi kışkırttılar.

Bilimin gerçeği gerçeğin bilimi

Şu sıralarda yeniden piyasa yapmaya çalışan gerçeğin gerçek olmadığı yolundaki post modern iddiaya, “Post Truth” diyorlar, çeviriyi beğenirseniz, “gerçek ötesi” diyebilirsiniz. Post furyasının son işlerindendir. Şimdi belki de “Sen hayaletlerle mi dövüşüyorsun, kim bunlar, nerede bu sözleri söyleyen, o anlaşılmaz cümleleri kuranlar” diyorsunuzdur. Ben de size, işte bakın şöyle yazıyorlar, burada da böyle konuşuyorlar demeyeceğim; diyemeyeceğimden değil, her yerde oldukları için, her köşede usul usul o pek eski tezleri süsleyip püsleyip pek akademik bir üslupla tıpkı covid-19 gibi çalıştıkları için böyle bir yöntemi seçtim ben de. Kimin söylediği önemini yitirdi, ne söylediği önemli artık.

Bir parantez açalım.

“Filozofların eserleri ya da felsefenin temel sorunu, düşüncenin varlık ile ilişkisidir” denilmiştir. Antik çağ filozoflarından aydınlanmacılara, oradan Hegel’e Feuerbach’a uzanan derin düşünce maratonu felsefeden koptu, Marx’la en büyük atılımını gerçekleştirdi. Engels’in söylediği gibi bu tartışma aslında bitti. Açık ve nettir; varlığı belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen varlıktır. İdealizm, Darvin’in evrim teorisiyle, Kopernik devrimiyle bilim dünyasında, tüm temel tezlerinin çürüdüğünü, çürütüldüğünü gördü. Hegel’in, daha sonra Marx tarafından düzeltilmiş diyalektiğinden “materyalizmi uykusundan uyandıran” Feuerbach’a ilerleyen bir çizgi izledi. Pratikte materyalizm utangaç biçimde, yokmuş da varmış, varmış da yokmuş gibi kabul edildi. Mehtap, üzerinde evler kurulan Ay’a dönüştü, ışık uzayda büküldü, gerçeği algıya dönüştürme çabası boşa çıktı. Gerçeğin görüntü ile öz arasındaki ilişkide kendini bulduğunu biliyoruz artık? Marx’ın Kapital’de söylediği gibi, “Tüm görünüş biçimleri ile bunların gizli arka planları arasında ne fark varsa, ...görünüş biçimi ile bunun arka planını oluşturan asıl ilişki... arasında da o fark vardır. Birinciler dolaysız olarak ve kendiliklerinden, günlük hayatın düşünce biçimleri olarak kendilerini yeniden üretir; diğerlerinin önce bilim tarafından keşfedilmeleri gerekir” (Cilt.1, sf.520. Yordam Kitap). Görüntü ile öz arasındaki ilişki bilimin nedeni ve sonucudur.

Herkes biliyor ki, sermayenin hizmetine koşulmuş teknolojinin gölgesi altında gelişmeye çabalayan bilim dünyasının itiraf etmeye yanaşmasa da “de facto” benimsediği çizgiyi değiştirmek artık imkânsızdır. Şimdi materyalizme karşı direniş “post” markalı başka çıkış noktaları arasa da laf kalabalığıyla sonuç alınamayacağı ortadadır. Filozoflar, düşünürler, çağlarının bilgeleri, tarihsel gelişme içindeki değerli, ufuk açıcı ya da sınırlayıcı, olumlu, olumsuz katkıları, hayatları, örneklikleri ya da tersi, yerlerini aldılar. Onlar yeni fikirler üretmek için büyük zenginlik kaynakları olarak insanların hizmetindedirler, aşılmış düşüncelerin mezardan çıkıp yeniden hayat bulması, başka imzalarla başka “post”larla canlandırılmaları mümkün değildir.

***

Bu nedenle gerçek mi, algı mı, imaj mı “münazarası” sanat dünyasını anlamak ya da anlatmak için işe yarayabilir; gerçeğin kabul edilmesi ve zengin bir şekilde yorumlanabilmesinde bizi yüceltebilir, ama gerçeğin karşısına konulamaz. Bu yazıyı okuyanlar arasında “post” cinsinin fikir üretme çabasıyla dünyayı anlayabileceklerini ya da anlatabileceklerini düşünenler varsa ihtimal dudak bükerek, “Ah işte dünyanın değiştiğinin farkında olmayan birisi, kapitalizmi, gelişmeyi, reformu, dünyanın yeni yorumunu, iflas etmiş eski büyük anlatıların çaresizliğini bilmeyen bir cahil” diyor olabilirler; onlara naçizane gerçeklerle kavga etmemelerini salık vereceğim. Bir devirdi; neoliberalizmin yükseldiği zamanlardı. Ama her türden postun, post modernizmin, post marksizmin içinin boş olduğu çıkardığı sesten de belli değil miydi?

Onlara hepimizi tehdit eden, görünmese de büyük bir tehlike olan, algı değil varlık olan, var olan Covid-19’dan sakınmayı, mesafeye, hijyene dikkat etmelerini ve özgürlüklerini unutmamak koşuluyla maskeyi tavsiye ediyorum.