Bediüzzaman Üstad Saîdî Kurdî yaşadığı dönemde de, vefatından sonra da gerek izleyicileri, gerekse onu tanımak isteyenlerin,

Bediüzzaman Üstad Saîdî Kurdî yaşadığı dönemde de, vefatından sonra da gerek izleyicileri, gerekse onu tanımak isteyenlerin, hakkındaki kimi ‘İslamî’ bilgi kaynaklarının ‘mahirce’ çarpıtmaları nedeniyle çoğu kez yanlış ve eksik anlaşılmış önemli bir Kürt şahsiyetidir.
Ardıllığıyla onur duyduklarını ve külliyatı eserlerini yaymayı, paylaşmayı adeta varlık sebepleri gibi görenler; üstadın Kürdistan dediği coğrafyaya ‘Vilayat-ı şarkiyye’, üstadın da mensubu olduğu ve bizzat kendisinin telaffuz ettiği ‘Kürt Halkı’na ise Doğu Halkı gibi kavramsal yakıştırmalarla yaklaşmaktan hiç mi hiç beis göstermemişler.
Daha da vahimi ardıllarının ‘hoca’ları, Saîd’in Kürtlüğünün telafuzunun kendilerine ‘sıkıntı’ ve ‘rahatsızlık’ verdiğini bu vesileyle iyisi mi; Saidin Kürtlüğü konusunun üstünün örtülmesi ve mümkünse hiç mi hiç gündeme getirilmemesi gerektiğini ifade etmeyi düstur saydıkları biliniyor. Hele hele Saîdî Kurdî gibi bir Kürdün elini öpmektense, zatı Kürtlüğünden ‘azade’ kılarak, hatta Türk-İslamlaştırarak ‘Pazar metaı’ haline getirmek gizli ama bizlerce malum niyet ve azimleri yine artık bilinenlerden…
Türk-İslamcı  felsefenin mürşitlerinin dilince adı doğduğu şehirle müsemma Saidi Nursi, Kürtlerce Saîdî Kurdî’dir, bir defa adını böyle koyup, söze öylece başlamak galiba en doğrusu.
Yazar /romancı  Metin Aktaş da aynını yapmış ‘Son Derviş’ adını verdiği 600 küsur sayfalık romanında.
Muhtemelen Bitlis, Van dolaylarında bir Ermeni köyünde Hamidiye Milislerince reva görülen acımasız Ermeni katliamında bütün yakınlarını gözleri önünde yitirerek ‘Genç Said’in kendi bedenini ‘pey’ sürerek kurtardığı Ermeni genci Serkis’in bütün bir romanın başkahramanı Saîdî Kurdî ile birlikte romanın yazılmasının yegâne gerekçesi bir efsane kişidir Saîd’in hikâyesi…
Tıpkı  yine usta işi bir kurguyla birkaç yıl önce yazdığı  ‘Nişancı’ romanında Şeyh Said’i anlattığında gibi.
Metin Aktaş  epeyce bir süredir adeta bir ‘Derviş’ sürgünlüğüyle yaşadığı  Elazığ’da hayatın olanca acımasızlığının dibe vuran hayat-memat varoluş kavgasının sorunsalı içinde yazdığı romanlarının gerçek manada kurgusal başarısı ile imkânsızı başarıyor.
Oldum olası  tarihi gerçek tarih kitaplarından okumayı, öğrenmeyi ve de araştırmayı tercih edenlerdenim. Zaten doğrusu da budur. Metin Aktaş’ın titiz bir tarihçi edasıyla araştırmacı üslupla yazdığı romanlar ender de olsa ilke kararımı ‘bozmama’ vesile oluyor dersem abartı sayılmamalı.
Resmi tarihin yalan-dolanlarına cepheden tavır alan kalem erbabının işi her daim zordur. Bu tür yazarların sayıları gerçekten azdır. Mesela İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya, Ahmet Kahraman, Haydar Işık ilk ağızda aklıma gelenlerdir. Tarihten beslenip resmi tarihin tezlerini alaşağı edenlerdir bu edep erkân bilen yazarlar. Bu nedenle işleri zordur ve sistemle her daim ‘başları belada’dır. Ama kalıcı olan da bu erdemli şahsiyetlerin yaptığı işlerdir. Bu sebeple bugün de ‘Bilim Yöntemi’nin yol açıcılığında ‘Güneş Dil Teorisi, Cumhuriyet Halk Fırkası, Otuzüç Kurşun, Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi’ yeri doldurulmaz başucu kitaplarıdır. Ha keza; Paradigmanın İflası, Dersimli Memik Ağa, Korku Cumhuriyeti her zaman kıymetlidir. Dolayısıyla da edebiyatın beslenme kaynakları olmanın yanında bizatihi edebiyatın kendisidir de bu eserler…
İşte kanımca bir zamanlar Ermenilerin yaşadığı uzak coğrafyanın bir köyünde bütün aile efradını gözleri önünde katliama kurban veren Ermeni Serkis’in yolunun bir Kürt şahsiyeti Saîdî Kurdî ile kesiş(tiril)mesi üzerine bina edilmiş devasa bir destandır Metin Aktaş’ın ‘Son Derviş’ romanı.
Salt Ermeni tragedyası  yoktur Son Derviş’te…
Nasturi-Keldani-Süryanilere yapılan eza ve Ezidi halkının acımasız infazı da bir belgesel kurgusunda hırpalayıcı bir edebi tatla okurla buluşturulmuştur Son Derviş’te.
Metin Aktaş  Dersimli bir Kürt Alevisi. Kavli Kemalizm’le kesişmiş ve resmi ideoloji ile bir türlü hesabını kesememiş bir dolu Alevi aydını ile yolunu ayırmış bir Kürt yazarı Aktaş. Bunun zirve noktası benim bildiğim birçok alevinin adeta görmemeyi ilke edindiği İki Said (Saîdî Kurdî ve Şeyh Saîd) hakkında resmi ideolojinin tezlerini reddederek edebiyatıyla ve aydın duruşuyla tavır alarak edebiyatına malzeme yapmasıdır. Elbette bu tespit bir edebiyatçının edebi işinin doğruluğunun sadece bir cephesini haklı kılar, işin tümünü değil. Öbür yanı da yazarın edebiyatıdır.
Metin Aktaş’ın son romanı ‘Son Derviş’i yayınlanmadan iki yıl önce ‘Derviş’ ismiyle okudum. Düşüncelerimi uzun uzadıya kendisiyle paylaştım. Tıpkı ‘Nişancı’yı yayınlanmadan evvel okuyup kendisiyle paylaştığım gibi. Keşke ‘Derviş’ isminde ısrar etseydi. Keşke yazar ‘meşrebi’ ile uyuşmayan İslamcı düşünceye mensup bir yayınevini tercih etmeseydi. Yazarın asli metnine, kitabın ana ruhunu zedelememekle beraber ‘göz çapağı’ kabilinden kimi ‘editoryal’ ve haksız müdahaleler, eklentiler var. Bu ‘editoryal’ tercih yazara yeni ve tanımadığı bir okur kitlesini (belki) kazandırmakla birlikte, yazarın asli okur kitlesinin bir kesimini de uzaklaştırdığı kanaatindeyim. Bunu yayınevi tercihi nedeniyle kimi okurlardan bizzat duyduğumu söylemeliyim…
Bütün bunlara rağmen 600 küsur sayfalık Son Derviş; gerek giriş bölümündeki ilk 50 sayfalık Ermeni Serkis’in köyündeki anlatısı ile, Ezidileri anlattığı Laleş’teki ritüeller ve Genç Said’in Hamidiye Komutanı ile hesaplaşmaları, İstanbul’da yeniden Serkis’in Salih kimliğiyle sahneye çıkıp Saîd’le buluşması ve Sarayla hesap kesimi ve tabii ki finali Urfa buluşması… Bütün bu sahneler edebi olarak romanın dimağ tadı bırakan sayfaları. Her bir bölümü kimi yerlerde belgesel kimi yerlerde uzun metraj filme malzeme olabilecek kıvamda nefis metinler olmuş ifade etmeliyim.
Metin Aktaş, el yordamı ile kör kuyularda, karanlık dehlizlerde adeta cangılda kendine kulvar yaratmaya çalışan bir edebiyat adamı. Biraz daha dile özen göstererek doğudan hakkaniyetli bir edebi ses olmayı şimdiden hak etmiş bile…