Çocukluk zalimliktir aslında. İnsan en çok çocukken kırar döker etrafını. Kırılır, dökülür de tabii aynı zamanda

Çocukluk zalimliktir aslında. İnsan en çok çocukken kırar döker etrafını. Kırılır, dökülür de tabii aynı zamanda.

Ben mesela sadece hafta sonu oynanan maç yüzünden canını acıtacak kadar üzerine gittiğim ne çok arkadaşımı hatırlıyorum şimdi.

Tuttukları takımların kaybettikleri maçlar sonrası ağır şakalarımıza yenilginin verdiği mahzunlukla uzun uzun direnen arkadaşlarımızın nasıl da üstüne üstüne gittiğimiz dün gibi aklımda. Hatırladıkça hâlâ hafiften kızarıyorum.

Sahiden de can acıtmaktan zevk aldığımız bir dönemden geçtik hepimiz. Cam kırmaktan, zile basıp kaçmaktan, birilerinin topunu alıp patlatmaktan...
Fakat yine de her şeye rağmen günün koşullarında çocukluğa dair öfkemiz hep naif kaldı. Kalabildi.
Öfkemizin bir sınırı vardı.

Karşımızdakinin gururu ise eğer kırdığımız; bir parça acı verdikten sonra durabiliyor, eninde sonunda aynısının bizim başımıza gelebileceğini hesap ve idrak edebiliyorduk.
Çünkü 80’lerin Türkiyesi’nde hâlâ bir şeyler ‘ayıp’ sayılabiliyor, bütün maçların kazananı olmak hayatta ait olduğunuz ‘sınıfı’ bugün olduğu gibi baştan sona etkilemiyordu.

2000’li yıllara gelindiğinde artık ‘ayıp’ kavramı içeriğini değiştirmiş, maçı kaybetmekten çok kaybeden takımı tutmak ayıp haline gelmişti.
Hayat bizlere kazanana oynamayı dayatıyor, güçlünün yanında olma ‘konforunu’ süsleyerek masamıza servis ediyordu.

Bir kaybedene gönül vermek her geçen gün imkânsız hale geliyordu. Yaptığımız ‘şık’ tercihler hikâyenin sonunda önümüze yol, su, elektrik olarak geri dönüyordu.
İşte bu yüzden 2000 yılında Beşiktaş tribünlerinin, birilerinin ceplerine sıkıştırdığı üç beş kuruş karşılığında ‘Ahmet Dursun, Seba Gitsin’ diye bağırması, kulübün efsane başkanını istifaya zorlaması manidardır.
2000’lerde tribünlerin gitmesini istediği sadece Seba değildi.

Zengin kadar fakirin de sofrada yer bulabildiği, büyüklüğün ‘ebatla’ ölçülmediği, dolunun sadece boş olmayan anlamına gelmediği bir hayatın gitmesini, uzaklaşmasını istiyorlardı.
Onun yerine daha kolay bir yaşamı kendilerine dayatan kurulu düzenin insana huzursuzluk verecek kadar müdahaleye kapalı, zırvalıklarla dolu şatafatına özlem duyuyorlardı.

Süleyman Seba’yla vücut bulan o eski kültürün yerini, diğer kulüplerde yaşanmaya başladığı üzere, ‘bastır parayı, al en kral golcüyü’ rahatlığında tüketilen yeni bir hayat alsın istiyorlardı.
Seba ise ‘şerefli ikinciliklerin’ adamıydı. Oysa hayat artık ‘şerefsiz şampiyonluklarla’ daha rahat geçiyor, daha tahammül edilebilir bir hale dönüşüyordu.
Bugün Süleyman Seba’nın ardından sadece ona değil, kendi tarihine de ağlıyor tribünler.

Bir filminde şöhretli, paralı bir şarkıcıya dönüşen Müjde Ar’ın mahalledeki ‘masum’ günlerinden kalan fotoğraflarına bakarak gözyaşlarına boğulması gibi.
Bunu bir sitem duygusuyla söylüyor da değilim. Bugünün piyasacı koşullarında geçmişin masumiyetini anımsatan bir simgenin arkasından ağlamak, en azından bu toplumun göz pınarlarının henüz kurumadığını gösteriyor bize.

Tıpkı Müjde gibi biz de, asla gerçek olamayacağını bilmemize rağmen bir gün o mahalleye geri dönme ihtimalimizin olmasını arzu ediyoruz.
Piyasanın gerçeklerine teslim olmakla birlikte, piyasanın ötesinde bir yerlerde bir hayat olabileceği fikrine inanmak istiyoruz.

Ne mutlu ki, her şeye rağmen bu kadarını yapabiliyoruz.
Süleyman Seba sadece bu vicdan muhasebesine aracı olduğu için bile önemli bir insandı. Güzel adamdı.
Huzur içinde yatsın.