Yaşamak istedi kadın. Ait olduğu toplumda kıymet görmeyi istedi. Babaların, kocaların, arkadaşların, patronların, sevgililerin onun emeğinin, ruhunun, bedeninin, canının üzerinde bir hakları olmadığını bas bas bağırmak istedi. Bunu herkes bilsin istedi. Yurttaşı olduğu devlet bilmeyenlere öğretsin istedi. Sorumlu olduğu gibi onu korusun, suça izin vermesin istedi.

Sebebi sensin

Hande Çiğdemoğlu

Kadın düşündü. Bugün ne giysem? Şöyle ince askılı tiril tiril bir elbise ne kadar rahat olurdu. Ama dolabından bir pantolon ve bir gömlek aldı. Saçlarını sımsıkı topladı. Sokakta dikkat çekmemeli, yürürken önüne bakmalı, kimseyle sohbet etmemeliydi. Metroda, otobüste, dolmuşta, iş yerinde, okulda kimsenin gözüne batmamalı, kimsenin sebebi olmamalıydı.

***

Kadın elinde telefon öylece duruyordu. “Dayını ara, bir başsağlığı dile” demişti annesi. Karısı vefat etmiş geçenlerde, kalp krizinden. Olanları bilse kahrından mı ölürdü yengesi? Ya annesi? Yüzü yere eğilir, ağzını sessizce kapatır mıydı kızının? Yoksa dağlar duvarlar gibi önünde durur, kardeşim dediği adamın yeğenim dediği çocuğa yaptıklarının cezasını çekmesini mi sağlardı? Babası duyuverseydi keşke, ne olupbittiyse. O her geldiğinde, el ayak çekilince kapılar ardında tir tir titrediğini bilseydi. Namusunu bir çırpıda temizler miydi? Bunun için kayınbiraderine mi, kızına mı doğrulturdu tetiği? Hapishanelerde mi çürürdü yoksa? Sustuğu iyiydi kızın. Bunca zaman susmuştu, gene susardı. İçindeki cehennem bir kendini yakardı. Kimsenin sebebi olmamıştı işte.

***

Ağız tadıyla sevinemedi aldığı terfiye kadın. Kocası hâlâ ücretsiz izindeydi. Morali bozuk, keyfi kaçıktı hayat arkadaşının. Artık daha az gülüyor, daha çok bağırıyor, çocukların sorunlarından, bozulan musluğa, domatesi erimemiş menemenden, köpüğü kaçmış kahveye, tekini bulamadığı çoraptan, ağarmamış fanilasına kadar her şeye kuruluyordu. Her türlü sorunun gölgesi üzerine çökmüştü kadının. Nefes almaya korkar olmuş, evin huzuru kaçmasın, çocuklar ürkmesin diye kocasının etrafında pervane olmuştu. Öyle ya, geçen gün üstüne yürümemiş miydi? Kapı çalmasa Allah bilir bir tane de vurur muydu? Yok, olmazdı öyle şey! Canı sıkkındı işte. Onu da anlamak lazımdı. Eksik hissediyordu kendini. Değildi elbet ama olsa bile bunu belli etmemek, yüzüne vurmamak, mümkünse eksiği tamamlamak da kadının göreviydi. Terfisini ve ikramiyesini söylemedi kocasına kadın. Gizlice kredi kartlarının borcunu kapattı, çocuğun dershane aidatını ödedi. Eve gelirken kasaba uğradı, buzluğa koymak üzere et aldı, “Müşteriden hediye geldi” dediği bir şişe de şarap. Belki biraz keyfi yerine gelirdi belki kocasının. Elinden geleni, canının sonuna kadar yapmalıydı. Sebebi olmamalıydı. Dermanı olmalıydı.

***

Hani çok seviyordu onu. “Baban vermezse kaçarız” demiş, babasına sormayı beklememişti bile. Düğün dernek yapamamış, gelinlik giyememişti ya olsun. Sevgi her şeyden üstündü. Neyse ki babası birkaç sene geçmeden kızını affetmiş, damadına dükkân bile açmıştı. Ne iyiydi babası. Tıpkı kocası gibi. Sinirlendiler mi gözleri bir şey görmez, kükrer, kırar dökerlerdi ama özlerinde iyiydiler. Her erkek böyleydi ya zaten. Sebep olmazsan her şey süt liman olurdu. Ne varsa kadındaydı. Ne derdi annesi? Evlilik erkeği idare etme sanatıydı. Ama bu öğrendiği şeyle nasıl baş edecekti? Hani üstüne gül koklamazdı kocası, hani gözü başkasını görmezdi. Gözü görmüş, eli değmiş, gönlü kaymış meğer. Nicedir. Sustu kadın. Günlerce, haftalarca. Suç aradı kendinde. Öyle ya biraz kilo almış, evi temiz tutacağım, türlü çeşitli yemekler yapacağım, çocuklarla ilgileneceğim derken kendine bakmaz olmuştu. Yine de hak ediyor muydu bunu? Kalbi mengeneyle sıkışmış gibiydi kadının. Madem istemiyordu, sevmiyordu, ayrılırdı o zaman. Çocukları da alıp giderdi babasının evine. Nafaka falan da istemezdi. Konuyu açmaya karar verdi akşam. Ne zamandır içinde tutuyor artık bununla baş edemiyordu. Hesap soramazdı elbette, kavga edecek cüreti de yoktu. Güzel güzel konuşur “Ben ayrılmak istiyorum” derdi. Akşam oldu, sofra toplandı, bulaşıklar yıkandı, çay demlendi. Çocukları da yatırdı yatırmasına ama diyeceklerinin yarısını diyemedi kadın. “Elimin kiri” dedi adam. “Sen helalimsin” dedi. “Boşanmayı aklından bile geçirme” dedi. “Çocukları göstermem, dünyayı sana dar ederim” dedi. Çay bardağını duvarda kırdı. Kırık bardağı boğazına dayadı. “Ya benimsin ya kara toprağın” dedi. Sabaha ortalığı toplarken her şeyi unuttu kadın. Çocuklarının sebebi olmamalıydı.

***

Üçüncü düzeltmesini de alırsa süre uzayacak, bursu kesilecekti kadının. Kendi imkânlarıyla eğitimine devam etme şansı yoktu. Bütün sınavları vermesine, akademik kadroda da boşluk olmasına rağmen asistanlık ya da öğretim görevliliği de alamamıştı. Şanssızdı işte. Çalışmasında bir eksiklik yoktu. Bunu hocası da biliyordu. Gelmeyen onayın sebebi önceleri örtülüydü. Hocasının yemek ve kahve davetlerine katılmamak, okulda kalıp birlikte çalışma teklifini reddetmek, evine bırakmak istediğinde bin bir bahaneyle yolunu değiştirmek gibi. Olan biteni görmezlikten gelip gece gündüz çalışmıştı kadın. Yapması gereken her şeyi yapmıştı. Ama olmuyordu işte. Dün gece ardı arkasına gelen mesajlar olmasa hâlâ bir umudu olacaktı. İtiraf ediyordu artık hoca, madem o anlamıyordu. Zaten karısıyla arası ne zamandır kötüydü, onu ilk gördüğü andan itibaren başka şey düşünemez olmuştu, gençliği coşkusu akıldan çıkacak gibi değildi, yeter ki tamam desindi, maddi manevi her türlü desteği verecekti. Üstelik anlayamayacağı kadar hızla sıçratacaktı akademik basamakları ona. Zaten bunu hak ediyordu. Sözdü, yemindi. Kadın emeğinin ve gururunun böyle pervasızca çiğnenmiş olmasına öfkelenemedi bile. İçini gri dumanlar kapladı sadece. Biliyordu olan biteni anlatmaya kalksa tüm camia hatta hocanın karısı, ailesi bile bu çirkin iftiraya pabuç bırakmayacak, birlik olup koskoca profesörün arkasında saf tutacak. Belki üniversite ile ilişiği kesilecek. Biliyordu babasının başı öne eğilecek, dişinden tırnağından artırıp okuttuğu kızı ne lafların içinde kayboldu diye Allah muhafaza kalbine bile inecek. Sebebi olmamalıydı. Sabahın ilk ışıklarıyla açtı bilgisayarını kadın. İlmek ilmek ördüğü bir kazağı okşar gibi baktı sayfalarca tezine. Sonra bastı gönder tuşuna. Dün gece gelen mesajlara yanıt vermemişti, vermeyecekti. Şimdi sıra iş ilanlarına bakmaya gelmişti.

***

Şöyle bir yürümeyi hayal etti kadın. Gece ay ışığının altında. Boş sokaklarda ağır ağır volta atmayı, hani romanlarda olur ya. Ya da tek başına kamp yapmayı… Bir çadır, bir sandalye, gölden balık tutar, akşama ateşini yakardı. Sonra denize girmek istedi. Tek başına, gece vakti. Üzerine yıldızları çekip, şöyle suda uzanmak. Özgürce… Kızlarla kafayı çekmek istedi mesela bir meyhanede. Sonra kol kola girip yürüyerek eve dönmeyi. İstediğini giymek istedi kadın, istediği yere istediği zaman gitmek. İstediği işi yapmak, istediği hayatı yaşamak. İstediği ile konuşmak istedi kadın, istediği ile arkadaş olmak, istediği ile sevişmek. İstemezse “İstemiyorum” diyebilmeyi istedi. Yaşamak istedi kadın. Ait olduğu toplumda kıymet görmeyi istedi. Babaların, kocaların, arkadaşların, patronların, sevgililerin onun emeğinin, ruhunun, bedeninin, canının üzerinde bir hakları olmadığını bas bas bağırmak istedi. Bunu herkes bilsin istedi. Yurttaşı olduğu devlet bilmeyenlere öğretsin istedi. Sorumlu olduğu gibi onu korusun, suça izin vermesin istedi.

Dünyanın yükü omuzlarından kalksın istedi. Dünya dönsün istedi kadın. Sonra düşündü. Münevver, Tuğçe, Özge, Nadira, Şule, Emine, Pınar olacaksa bu korkuyla yaşayacak, yarın ismi yenilerine yer açmak için unutulacak, kanı toprağın en ıssız yerinde kalacaksa dünya dursun istedi.