Ne garip “eskiden, bir ülkeye karşı savaşmak için asker aranırdı. Bugün, askerleri savaştırmak için ülke aranıyor.”

Ne garip “eskiden, bir ülkeye karşı savaşmak için asker aranırdı. Bugün, askerleri savaştırmak için ülke aranıyor.” Liyakat ile sadakat arasındaki dengesizlik Osmanlı ile Cumhuriyet arasındaki en önemli ortak paydadır: Oysaki “Bir ülkede yalakalığın getirisi, dürüstlüğün getirisinden daha fazla ise, o ülke batar” sözü daha Osmanlı tarih sahnesinden silinmeden çok önce söylenmişti. Tarihimiz boyunca dalkavuklar rahatlık ve semirmek arasında gezinip durdular, kendi inançlarına ihanet ettiler, zamanla hiçbir şeye inanamaz oldular, Burhan Belge mükemmel özetlemişti, “Ben, bir fikir orospusuyum.”

“Doğruluk ortadan kalktı mı, yükselme tutkusu bazı yüreklerde yer bulabilir, cimrilik ise bütün yürekleri sarar, istekler konu değiştirir, dün söylenen bugün söylenmez olur, yasalar içinde özgürken, yasalara karşı özgür olmak istenir, her yurttaş sahibinin evinden kaçmış bir köle gibidir. Ahlak öğüdü baskı, kural boyunduruk olur, dikkatin yerini korku alır... Eskiden herkesin malı kamunun hazinesi iken şimdi kamunun hazinesi şunun bunun malı olur. Bu durumda artık cumhuriyet cansız bir bedendir ve artık güçlü olan kendisi değil, birkaç yurttaştır ve herkes kendi çıkarı peşindedir.” (Alıntılar: Montesquieu)

“Ayrı ayrı birer ahlaksız yaratık olan insanlar, toplu oldukları zaman namuslu kişiler olurlar.” Bunu okuduğum zaman dikkatimi çekti, Shakespeare ironiyi kendisinden önceki ve hatta sonraki hiçbir yazarın yapamadığı denli başarılı kullanıyordu, çünkü ironik olan gerçeğe daha yakındı. Hakikatin soğuk yüzünü oyunlarında ya doğrudan soytarıya söyletir. Ya da soytarının tavrıyla kendine ayna tutabilen, kendini reddetmek ve hatta gerçekliği yadsımak isteyen karakterlerin artık sahnedeki diğer insanlara seslenmekten vazgeçip kendisiyle yüksek sesle veya iç monologla, dahası kendini ötekileştirerek konuştuğu sahnelerde canlanır.

Böylesi büyük sözlerinden birisinde, “İnsanı gerçekler değil, taktığı maskeler yorar” demiştir. Hayatımızın bir oyun teorisi içinde açıklanabileceğini Huizinga açıklamaya çalışmıştı. Hatırlayın, Demirel’in şu veciz sözünü, “Siyasetin %80’i diplomasi ve merasimdir”. Siyasi mesajları vermek için kullanılan ritüeller ve törenleri hiç unutmayın, gündelik hayatımızı da birer oyuna dönüştürmekte pek mahiriz. Ülkemizde kıvırmadan ve kendi olarak yaşayan kaç sanatçımız var acaba? İktidar sinemamızda en ünlü insanların aracılığıyla ve onların imzasıyla aslında bizlerle konuşuyor, farkında mısınız?

Türkiye’de “benim için küçük ama insanlık için büyük adım” tarzında nutuklar atmak için can çekişen ne kadar da çok insan var, bizim küçük ama büyük olmak için çırpınan Faustlarımız denilebilir bunlara. Aynı şekilde siyasette ise artık terminolojinin değişmesi gerekiyor, onlara Macbethçik diyebiliriz. Önde kahraman rolüne bürünmüş yasa tanımaz ve kendine yaradığı sürece yasayı ve hukuku kullanan, kendisi yasaları ihlal ederken meşruiyet, karşısındaki ile mücadele ederken ise uyulması zorunlu yasa diye yaklaşıp “yasalarla zorbalık yapmak” yüzyıllardır işleyiş yasalarımızdan birisidir.

Sanatımızda, kendisiyle toplumsal portresi arasındaki açının en yüksek olduğu zamanlar, ünlü ve başarılı sanatçının arkasında iktidarın suretinin parladığı anlar olduğunu siyasi tarihimiz bize gösteriyor. Kendi iç dünyasında yetersizlik/yeteneksizlik/üçkâğıtçılık yatan, ama toplum içinde dağları delen Ferhat pozlarında dolaşan sanatçılarımız kimileri için birer ulusal gurur kaynağı, ulusal gururumuz ise nedense hep incinmeye meyilli. İktidarın yaptıklarının teorik soyutlaması şu oluyor, “eğer zararsız sanatçılarımız, ülkemize büyük ödülleri getiremiyorsa, bazı şeyleri fiştekleyerek madalyayı öyle ya da böyle getirmek, gerçek başarı yerine sentetik olanı koymak, milletimizi yönetmek için gereklidir.”

Türkiye tarihi garip bir tarihtir, nedense biz de halkın tarihi yoktur ya da yok muamelesi görür, tarih denilince iktidarın manevraları ve tarih içinde yaşadığı sorunlar öne çıkarılır, hatta halkın kendisinin tarihi kayıtları bile tutulmaya pek gerek görülmez. Bu nedenle tarihimizle yüzleşmek isteyen sistematik olarak, iktidarın manevralarından, söylediklerinden ve fiillerinden dolaylı olarak ancak halkı anlayabilir, hatta halkı soyutlayabilir, hatta halkın ruhundaki gizemli dipteki çamuru eşeleyebilir.

Bu toplum kendini ötekileştirmeden kendisi hakkında düşünemez, kendisi için konuşamaz ve iktidarla ilişki kurmadan sivil hayatı incelenemez bir toplum: Ötekileştiren iktidarın kocaman gölgesi, sembolleri ve yıkıcı fiillerinden ardından sivil olan ve halkın ahvali hep belirsiz, silik, dilsiz ve direnişleri acı yenilgilerle şekillenmiş olarak kalmıştır. İktidarımızın tarih boyunca seyri, halka yabancılaştığını gösteriyor.