İktidar partisinin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olan Meclis Başkanı, Anayasa’daki açık hükme istinaden sorulan “istifa edecek misiniz?” sorusuna, önce “Hukukun olduğu yerde etik olmaz” cevabını verdi. Oysa sahiden hukuk varsa Meclis Başkanlığı’ndan istifa etmesi gerekirdi, çünkü Anayasa’nın 94. Maddesi’nde Meclis başkanlarının partilerinin siyasi faaliyetlerine katılamayacakları çok net bir şekilde yazıyordu. Baktı bu pek olmadı, […]

İktidar partisinin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olan Meclis Başkanı, Anayasa’daki açık hükme istinaden sorulan “istifa edecek misiniz?” sorusuna, önce “Hukukun olduğu yerde etik olmaz” cevabını verdi. Oysa sahiden hukuk varsa Meclis Başkanlığı’ndan istifa etmesi gerekirdi, çünkü Anayasa’nın 94. Maddesi’nde Meclis başkanlarının partilerinin siyasi faaliyetlerine katılamayacakları çok net bir şekilde yazıyordu.

Baktı bu pek olmadı, ardından “hodri meydan” diyerek bir çağrı yaptı ve “Herkes istifa etsin, ben de istifa edeyim” gibi bir açıklamada bulundu. Ancak seçim yasasında kimlerin aday olduğunda görevlerini bırakması gerektiği yazıyordu ve onlar da görevlerini bırakmıştı. Yani şu an Türkiye’de belediye başkanlığına aday olduğu halde görevini bırakmayan tek bir kişi vardı, o da Meclis Başkanı’nın kendisiydi.

Ve nihayet sonrasında, Türkiye siyasi tarihine geçecek o açıklama geldi. Meclis Başkanı, istifa etmemesine gerekçe sunmak adına “Seçim bir siyasi faaliyet değildir” deyiverdi. Süleyman Demirel zamanında “Ege bir Türk gölü değildir, Ege bir Yunan gölü de değildir, binaenaleyh Ege bir göl değildir” demişti, Meclis Başkanı da adeta “Seçim siyasi bir faaliyet değildir, seçim bir faaliyet değildir, binaenaleyh seçim, seçim değildir” demiş oldu.

Kuşkusuz Binali Yıldırım ortadaki açık Anayasa ihlalini ve hukuk tanımazlığı meşrulaştırmak için böyle bir şey söyledi ama aslında farkında olmadan çok önemli bir şeye işaret etmiş oldu: Yeni rejimde seçimin bir siyasi faaliyet olma niteliğini kaybettiğine.

Bu seçim bir kez daha gösterdi ki muhalefet partileri siyaseti devletleşmiş iktidar partisinin çizdiği sınırlar, koyduğu kurallar, belirlediği çerçeve içerisinde icra etmeyi çoktan kabul etmiş durumda. İstifa etmesi gereken Meclis Başkanı’na yönelik ancak alt perdeden yapılan açıklamalar, YSK üyelerinin görev sürelerinin yasaya aykırı bir şekilde uzatılmasına ses çıkarmama, ortada normal bir rejim varmış gibi yapılan Saray ziyaretleri… Hepsi, durumu net bir şekilde ortaya koyuyor.

CHP ise hem İyi Parti’yle yaptığı ittifakla hem de gösterdiği adaylar ve kullandığı dille birlikte, yıllardır devam ettirdiği sağcılaşarak ve iktidar partisine benzeyerek iktidar partisi tabanından oy alabileceğine dair yanılgıyı bu seçimde zirveye taşıdı. Ülke çok büyük bir ekonomik krizin içerisindeyken bunun üzerine bir siyaset kurmak ve iktidar partisinin tabanını oluşturan yoksullardan böyle oy istemek yerine, iktidar partisiyle “ben daha sağcıyım” yarışına girildi.

Bu köşede defalarca “Türkiye’de seçimlerin sonu” vurgusu yapılmıştı. Devletleşmiş bir partinin devletin bütün olanaklarını kullandığı, medyayı, yargıyı, üniversiteleri kontrol ettiği, denetimi olmayan, haksız rekabet üzerine kurulu, muhalefetin tüm bunlara esastan itirazının olmadığı ve her şey normalmiş gibi yaptığı bir ülkede sahiden de Binali Yıldırım’ın dediği gibi “seçim siyasi bir faaliyet değildir”, çünkü bir faaliyetin siyasi faaliyet olabilmesi için birtakım koşulların mevcut olması gerekir.

Tam da bu nedenle, seçim sürecine girdiğimiz şu günlerde bize düşen görev, bu koşullarda yapılacak şeyin bir seçim olmadığını ve normal olmayan bir rejimde normal olmayan bir muhalefete ihtiyaç duyulduğunu topluma anlatabilmek, krizin giderek derinleştiği bir konjonktürde, yoksulları, emekçileri, halkı siyaset sahnesine çıkaracak alternatifleri yaratmak için çaba göstermektir. Ancak bunu başarabildiğimiz ölçüde yaptığımız şey gerçek bir siyasi faaliyet olacaktır.