24 Haziran’ı sonlandırdık. Kuşkusuz herkese de sürpriz oldu. Kazanan-kaybeden tespiti yapmayacağım, çünkü her kesimin belli başlı kazandığı ve kaybettiği noktalar var. Bazıları açıkça haksız kazanç, bazılarıysa uzun bir zamandır birikimli olarak ilerleyen mücadelelerin kazançları. Dolayısıyla karamsar olan tarafta değil, 25 Haziran’ın herkes için yeni bir başlangıç olduğunu düşünenlerdenim. Elde edilen deneyimler, ortaklaşan sesler ve çıkarılan derslerle önemli bir güç elde edildi. Peki, şimdi ne olacak? Ekonomi alanından bakıldığında taleplerin, ekonomi politikalarına yönelik eleştirilerin öncülünde başlayan süreçte, ekonomi yine olduğu yerde kaldı. Seçimler her zaman belirsizliklerin arttığı dönemlerdi ya, şu an bu belirsizlikler kalktı mı? Önümüzde bizi nasıl bir gidişat bekliyor? Bu sorulara küresel iklimden bakarak yanıt vermeye çalışacağım.

Öncelikle küresel rüzgarların aleyhte olduğunu görmek lazım. Türkiye ekonomisinin, 16 yıldır bu rüzgarlara karşı korunaksız bırakıldığı için buradan hasar görmesi kaçınılmaz olacak. Doların tüm gelişmekte olan para birimlerine karşı değer kazandığı bir sürecin içindeyiz, bunun önce adını koymak gerek. ABD bir yandan faizleri yükseltirken, bir yandan da bilançosunu küçültüyor. Bilindiği gibi 2008 krizi ile birlikte Fed, miktarsal kolaylaştırma paketleriyle (QE) tabiri caiz ise küresel piyasalara dolar basıyordu. Hazine kağıtlarını ve mortgage’a dayalı kağıtları piyasadan satın alıp karşılığında doları basıyor, bu bastığı dolarlar da Türkiye, Brezilya ve Endonezya gibi ülkelere giderek yüksek faiz avantajından yararlanıyorlardı. Kriz öncesine 900 milyar dolar büyüklüğünde bir bilançoyla giren Fed, 2014 yılında bilançoyu yaklaşık 4,5 trilyona çıkarmıştı.

Örneğin Türkiye’ye o dönem yüklü miktarlarda sıcak para girmiş, ATO’nun bir açıklamasında yer verdiği hesaplamaya göre, sıcak paranın 2002-2010 arasındaki 8 yıllık dönemde Türkiye’de kazandığı getirinin, Japonya’da 190 yılda, ABD’de 79 yılda elde edilebildiği ortaya çıkmıştı. Yani o yıllarda biz küresel finans sermayesine oldukça iyi kazandırdık, onlar da bize iyi miktarlarda borç vermiş oldular. O dönem aldığımız bu borç, ne yazık ki üretken ve istihdam sağlayıcı alanlar yerine inşaata yatırıldığı için bugünden bakıldığında Türkiye bu alışverişten bir şey kazanamamış hatta daha fazla borçlu çıkmış gözüküyor.

Bugüne geri dönersek, Fed sadece 2018’in ilk üç ayında piyasadan 160 milyar dolar para çekti. Ve bilin bakalım en çok para çıkan ülkelerden biri kim? Tabi ki Türkiye.

Diğer bir taraftan ABD’de bir şeyler daha oluyor. Trump politikaları işliyor. En son hamlelerden birisi olarak vergi kanununda yapılan bir değişiklik, Amerikan şirketlerinin yabancı ülkelerde tuttukları karları, vergi indirimi uygulayarak, ülkeye geri taşıyor. Bu durum IMF eski Türkiye masası şefi Christian Keller’e göre doların küresel piyasalardan daha fazla oranda geri çekilmesine neden olurken, aynı zamanda Amerikan şirketlerinin yatırımlarını da sınırlara geri çekecek.

Küresel finans sermayesinin bir başka ayağı olan Avrupa’ya bakalım. Avrupa Merkez Bankası, varlık alım programına Aralık sonuna kadar devam edeceğini açıkladı. Yani genişlemeci para politikasına yılsonuna kadar devam edecek. Fakat Avrupa tarafında Türkiye’yi oldukça zor bir durumda bırakacak olan ekonomik riskler büyüyor. 2008 sonrası Avrupa’da krizin derinleştiği ülkeler İtalya, İspanya, Portekiz, Yunanistan ve İrlanda idi. Gelir adaletsizliği, işsizlik ve borç sorunu gibi önemli yapısal sorunlara bu yıllarda üretilen Troyka çözümlerin, yani kemer sıkma politikaları ile finansal sermayenin kurtarılmasına dayanan parasalcı çözümlerin nitekim bugünden bakıldığında işe yaramadığı gözüküyor. Yunanistan’ın var olan yapısal sorunlarına bir de kemer sıkmanın yarattığı ekonomik ve sosyal tahribat eklendi. Diğer taraftan 2 trilyon Euro’nun üzerindeki bir kamu borcu ile İtalya’da bugün bir borç krizi konuşuluyor. Ve Brexit’in henüz AB ülkelerine getireceği mali yük ortaya çıkmadı. İspanya’da işsizlik yüzde 16’lara dayanmışken, kamu net borcu GSYH’nin yüzde 85’ini oluşturuyor. Portekiz’de ise net kamu borcu GSHY’nin 105’ine denk geliyor. Dolayısıyla Avrupa tarafında da risklerin yoğunlaştığı bir döneme giriliyor. Türkiye’nin önemli bir finans ve ticaret partneri olduğu düşünülürse, kriz dinamiklerinin Türkiye’ye önemli bir tehdidi var ve bu tehdit büyüyor.

Son olarak gelişmekte olan ülkelere (GOÜ) baktığımızda, bu ülkelerin ekonomik büyümesinin en büyük itici gücü kredi. Kendi ayakları üzerinde duran, yani öz kaynaklarına dayalı bir ekonomi inşa edemedikleri için, kapitalizmin merkez ülkelerinden gelecek kredi/borç/sıcak paraya muhtaçlar. Muslukların kısıldığı bu dönemde bu ülkelerden ciddi para çıkışları başladı bile. Bu, GOÜ’ler için yeni bir durum değil. Fakat bugün yeni bir şeyi de GOÜ’ler için konuşuyoruz. O da şirket borçları. Geçmişte gelişmiş ülkelerde izlenen şirket borçlarındaki artış hastalığı, bugün GOÜ’lere geçmiş durumda. Çin de finans dışı şirket borçlarının arttığı ülkelerin başında geliyor. 2007-2017 arasında Çinli finans-dışı şirket tahvillerinin değerinin 69 trilyon dolardan 2 trilyon dolara yükselmesi, bu durumun kanıtı. Türkiye de tabi bu konuda geri kalmıyor; keza 16 yılda çoğu özel sektöre ait olan toplam dış borçlarını yüzde 248 artırdı. Kısaca çoğunlukla finansal krizlerle anılan GOÜ’lerde ‘reel ve derin bir kriz’in daha yüksek sesle konuşulduğu bir döneme girdiğimizi söyleyebiliriz.

Sonuç olarak küresel iklimin rüzgarlarının sertleştiği bir döneme ‘aynı tas aynı hamam” ile girme lüksümüz yok. İnşaata, tüketime, borçlanmaya dönük büyüme hikayesinde-dış etmenlerin artık izin vermemesi nedeniyle-sona geldiğimiz açık. Yeni bir hikayeye ihtiyaç var. Eğitimden başlayarak üretimi ve bilimi temel alan, insana ve toplumsal refaha odaklı bir hikayeyi bugünden başlatmazsak, çok uzak olmayan bir zamanda ekonomide daha kara bir tablonun karşımıza çıkması kaçınılmaz olacağa benziyor.