Olağanüstü Hal (OHAL) koşullarında, olağan üstü, ancak sonuçları itibari ile muhalefet tarafından olağanlaştırılan bir seçim yaşadık. Seçimin olağanüstü olması sadece OHAL koşullarından kaynaklanmıyordu. Devlet Bahçeli’nin işareti ile alınan baskın seçim kararının öncesi ve sonrasında yaşananlara kısaca göz atarsak;

Türkiye medyasının amiral gemisi olan Doğan Medya’nın, saraya daha sadık olduğu düşünülen Demirören grubuna satılması ve hakim medyada en ufak aykırı bir sesin bile çıkmasının önünün alınması,

Seçim sistemin ittifaklara olanak tanıyacak şekilde yeniden tasarlanıp, barajın iki ittifakın dışında partilere (özellikle HDP’ye) uygulanması,

Seçimlerdeki diğer usul ve esasların sarayın beklentilerine göre değiştirilmesi,

Askerlerin, yargı mensuplarının, kamu idarecilerinin taraf tuttuğunu açıkça belli etmesi,

Aşiretlerin ve mafyanın seçim öncesinde, esnasında ve sonrasında arz-ı endam etmesi,

Toplu kullanılan oy görüntüleri,

Seçim sonuçlarına olası itirazların silah seslerinin altında sükunete kavuşturulması,

İktidara muhalif olan herkesi terörist ilan eden mafya bir kişinin seçimin güvenliğinden sorumlu olması,

İlmek ilmek örülen İncelikli bir muhalefetin kaba bir mesaja teslim edilmesi, muhalefetin bütün yaşananlar son derece olağanmış gibi büyük bir ağırbaşlılıkla seçim sonuçlarını kabullenip meşrulaştırması, seçimin olağanüstü koşullarda yaşandığını bize gösteriyor.

Sonuç olarak milyonların meydanlarındaki heyecanı ve kararlılığı, olağanüstü koşullarda, sadece sandığa değil aynı zamanda muhalefetin suskunluğuna da gömülmüş oldu.

Meydanlarda umudun, heyecanın üzerine toprak atıldı.

O umut yeniden uyanır mı bilinmez. Ancak o umudun doğmasına neden olan incelik, seçim gecesi sessizliği ile o umudun üstüne nasıl bir toprak attığının farkında bile değil. Ve kitlelerin heyecanının tek kaynağının kendisi olduğu sanısı ile konuşmaya devam ediyor.

Umudun, yani o mavi düşün, adres arayışı bir kez daha duvara çarpmış durumda.

AKP’nin meclis çoğunluğunu kaybettiği 7 Haziran 2015 seçimleri ve sonrasında yaşanan süreç aslında 24 Haziran 2018 seçimleri ile uygulamaya geçilen “yeni rejimin” tesisi için sürdürülen savaşın sonucuna ulaşmasıdır. 7 Haziran 2015 yeni rejim dayatmasına karşı güçlü bir dirençti. Bu direnç Türkiye tarihinin en karanlık dönemi olarak tanımlanabilecek 3 yıllık bir süreçte, Türkiye toplumuna ağır bedeller ödettirilerek kırılmaya çalışıldı. Yeni rejimin inşası için gündeme gelen ittifaklar ve ortaklık arayışları (Kürt hareketi, Gülen hareketi), Susurluk ittifakı ile hedefine ulaştı.

Hatırlayalım 3 Kasım 1996 tarihinde Susurluk’ta meydana gelen bir kaza mafya-devlet-aşiret üçgeni üzerine kurulu bir yapının devleti ele geçirdiğini göstermişti.

“Temiz toplum” talebi ile başlayan ışık söndürme eylemleri, gerçekleşen kitlesel eylemler ile toplumda yükselen demokrasi talebi, 28 Şubat 1997 tarihindeki “post modern darbe” ile otoriter bir rejimin kurulmasının aracı haline getirildi. “Devlet” derin refleksini gösterdi. AKP’nin önünü açacak bir süreç, sözde irtica ile mücadele başlığı altında uygulamaya sokuldu. Susurluk ile açığa çıkan gerçeğin üstü örtüldü.

7 Haziran 2015 genel seçimleri ile yükselen demokrasi talebi ise 1 Kasım 2015 genel seçimlerine giden süreçte terör girdabının için kaybedildi.

Yeni rejim artık saray ve onun mafya-devlet-aşiret temelinde yapılandırdığı ittifakın üzerine şekilleniyor. O yüzden ortada sarayın tek başına iktidarından söz etmek mümkün değildir. Bu ittifak sermayenin ihtiyaçlarına göre kendini yapılandırmaktadır. Dolayısıyla ittifakın gönülsüz (ya da gönüllü) bileşeni ise sermayedir. Sermaye ortaklarına karşı tedirgindir. O yüzden ittifak sermayeyi ikna için daha fazla taviz verecektir. O yüzden yeni sistemin kurullarında küresel sermayenin, finans kuruluşlarının temsilcilerine daha fazla koltuk ayrılacaktır. O yüzden işçi sınıfı ve geniş halk kesimleri bu seçimin faturasını ağır bir biçimde ödeyecektir.

Ancak bu ittifak kendi içinde çatışmalara gebedir. Gelecek dönem bu çatışmanın nasıl filizlendiğini, kartların nasıl yeniden karıldığını göreceğiz. Ancak toplumsal muhalefetin bu çatışmayı bekleme ya da seyircisi olma lüksü yoktur. Kişiler etrafında örülmüş bir heyecan dalgasına değil, örgütlü gücüne güvenen ve merkezinde işçi sınıfının olduğu bir halk hareketine ihtiyaç var.