13 Haziran 2018’de bu köşede yayınlanan “Ekonomi ve toplum: Seçimlerin ötesine bakmak” adlı yazıda, bir ekonomik krizin geldiğini belirttikten sonra şöyle demiştik:

“Ancak öte yandan 7.4 olarak açıklanan büyüme oranına bakarsak, bu büyümenin önemlice bir bölümünün hanehalklarının harcamaları neticesinde gerçekleştiğini görüyoruz ki bu, toplumun borçlanarak ya da daha yüksek maliyetlerle de olsa tüketmeye devam edebildiğini gösteriyor. Ayrıca ücretlerle enflasyon arasındaki makas henüz dramatik ölçülerde açılmış değil ve tarım kesiminde ciddi bir sıkıntı olsa da birtakım telafi mekanizmaları işlemeye devam ediyor. Buna büyük şehirlerin özellikle kenar mahalleleri ve varoşlarındaki ‘sadaka devleti’ uygulamalarını da eklediğimizde, geniş halk kesimlerinin ekonomiye bakarak ‘yeter artık’ diyecekleri bir noktaya henüz gelmediğini söylememiz mümkün hale geliyor.”

Elbette ki seçim sonuçlarını belirleyen çok sayıda faktör vardı, ancak ekonomi bunların en önemlilerinden biri, belki de en önemlisiydi. Bu nedenle AKP parlamentoda bir miktar vekil kaybetse de, başkanlığı ilk turda kazandı. Çünkü sahiden de, AKP’nin oy deposu olan alt sınıflarda kriz hissedilmeye başlanmış, ancak, bu kesimler hem tüketmeye ve devlet yardımlarından yararlanmaya devam ettikleri hem de başka bir alternatif göremedikleri için yine iktidar partisine oy vermişlerdi.

Peki bugün gelinen noktada, Türkiye yavaş yavaş 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerin havasına giriyorken, ekonomi siyaset ilişkisi bağlamında manzara nasıl?

Her şeyden önce şunu görmek gerekiyor. Yapmaya mecbur kaldığı faiz artışlarıyla iktidar elindeki en büyük ekonomik kozdan vazgeçmiş oldu. Bir ekonomide faizler hızla yükseliyorsa o ekonomi hızla durgunluğa sürükleniyor demektir, çünkü yüksek faiz kredi bulmanın zorlaşması anlamına gelir ve kredi bulmak zorlaştıkça yatırım yapmak da zorlaşır. Yatırım olmazsa istihdam da olmaz ve tüketmek de giderek zorlaşır.

Türkiye ekonomisi şu an tam olarak bir kriz içerisindedir. Şirketler ardı ardına konkordato ilan etmekte, üretime ara verilmekte, işçiler kapının önüne konulmaktadır. Bu açıkça bir “reel sektör” krizidir ve bunun sokaktaki vatandaşın yaşamına yansıması ise gözle görülebilir bir noktadadır: İşsizlik, artan fiyatlar, giderek artan hayat pahalılığı, giderek artan yoksulluk…

İktidar da bu tablonun yaratacağı sonuçların farkında olduğundan, izlediği enflasyonla mücadele programını delmek pahasına birtakım vergi indirimleriyle tüketimi teşvik etmeyi ve piyasayı canlandırmayı hedeflemiştir. Ancak bu indirimlerin mevcut ekonomik konjonktürdebeklenen canlanmayı sağlaması pek de mümkün görünmemektedir.

Dolayısıyla AKP’nin ekonomiye dair 16 yıllık hikâyesini anlatamayacağı bir seçim yaklaşmaktadır. Kuşkusuz bu hikâye yokluğunu başka hikâyelerle, askeri operasyonlarla, milliyetçilikle, kutuplaştırmalayla telafi etmek isteyecektir ama “mutfaktaki yangın”ın seçim sonuçları üzerinde yapacağı etkiyi mutlak olarak engelleyemeyecektir. Yani ekonomik durumun kaçınılmaz olarak siyasi sonuçları olacaktır.

Tam da bu nedenle sola düşen, bu süreci ekonomik kriz üzerine inşa etmek, topluma hem krizin faturasının kendilerine ödetildiğini hem de bu faturayı ödememek için neler yapılması gerektiğini anlatmak, bir alternatif sunmaktır. Kriz ise uzun yıllar sonra sola sınıf temelli siyaset yapmanın zeminini açmaktadır. Dolayısıyla “ekmeği nasıl bölüşeceğiz” sorusunu yüksek sesle sorup, yanıtını halkla beraber, halkın içinde vermenin tam zamanıdır.