18’imize bastığımızda ise en büyük yurttaşlık görevlerimizden olan ‘seçmenlik’ ile tanışırız

Seçmek, seçilmek, seçim ve bir kadın adı olarak Seçil!

ALEV KARADUMAN
karadumanalev@gmail.com

Çok küçük yaşlarda beliren çok büyük bir güdü aslında seçmek. Kahvaltıda ezilmiş bebek bisküvisi yerine ezilmiş zeytin ve reçel karışımını seçmek mesela… Bir oyuncağı benimsemek, onu diğerlerine yeğ bulmak. Bakkala gidip anneniz hadi bir şey alabilirsin dediğinde gözünüzde devleşen parıl parıl rengarenk ambalajlardan sadece birini alabileceğini bilerek odaklanmak o dev resme, ve içinde ne olduğunu dahi bilmeden seçmek birini. Bu bir süre böyle devam eder; biraz büyüyüp kardeşlerle ya da okula gidince arkadaşlarla girilen rekabete kadar…

Rekabetle beraber, seçilmek kavramı ile tanışırız. Kimin ayakkabısı daha güzel, en güzel resmi kim yaptı, en düz çizgiyi kim çizdi diyerek kişi olan karar mercilerin seçimlerine seviniriz bir süre, ta ki sınıf başkanlığı denen şey gelip çatana kadar! Demokratik seçimle ilk karşılaşma… Bu seçimler aslında demokratik demeye bin şahit isteyen türdendir… Keza adaylar genelde öğretmen tarafından belirlenen sınıfın en çalışkanlarıdır. Adayların tek seçim çalışması ise tahtanın önünde tek sıra halinde durmaktır diyebiliriz. Kimse ‘Daha iyi bir sınıfta nasıl yaşayabiliriz? Nasıl daha iyi yönetilebiliriz?’ diye sormaz, böylece adaylar arasından en az gıcık olan seçilir sınıf başkanlığına… Seçilmek o andan itibaren bir önem arz etmeye başlar, beğenilmek, onaylanmak, özenilmek ve takdir edilmek mefhumlarının bel kemiği haline gelir seçilmek; istediğiniz şeyleri elde edebilmek için sizi hep seçecek birileri vardır ve siz hep seçilmek için en cazibeli olmak zorundasınızdır.

Çocuklukta tanışılan bu kavramlar büyüdükçe hiç yakamızı bırakmazlar. Öğrenci Seçme Sınavı’na gireriz hayallerimize kavuşmak için, pek de hayallerimize uymayan iş başvurularından ‘seçildiniz’ cevabını duymak için heyecanla bekleriz, sevdiğiniz kızın/erkeğin size yan bakış atması için kalbimiz güm güm atar… Bir kadın ismi olarak ‘Seçil’ bu noktada kritik bir rol oynar; yaşam devam ettikçe bizim başarı kriterimiz hep ne kadar ‘seçildiğimiz’ olacağından, bazı aileler çocuklarına direkt emir kipinde ‘Seçil!’ diye isim bile koyarlar işte..

18’imize bastığımızda ise en büyük yurttaşlık görevlerimizden olan ‘seçmenlik’ ile tanışırız. Eve gelen uzun ince garip bir kağıtta başlar seçmenlik; kimisi için ‘seçimdeeeen seçime’ bir spor olarak kalırken, kimi için de hayata dair bir bakış açısı kurarken siyaseti hayatın merkezine oturtmaya kadar gider… Seçmenlik zor iştir, ilgi bilgi fedakarlık ve biraz da tutarlılık ister. Her ne kadar kararsızlar diye bir seçim anketi pastası dilimi olsa da, bana göre seçmenlerin yüz karasıdır bu dilim. En küçük dilim olduğu için marjinalitesinden dolayı bir saygı hissi uyandırır, esasında kararsızlar da durumlarını dile getirirken aynı cool tavrı takınırlar ama bana kalırsa baya bir fostur kararsızlık. Sonuçta üç beş parti yok mu, hepsi aylar boyunca anlatmıyorlar mı neyiz ne değiliz diye, sanki bir ömür parti başkanının koynuna girecekmiş gibi ciddiye almak ve kararsızlıktan dolayı oy verememek hayli ilginç bir durumdur. Bir de kararsızlardan da cool olduğunu düşünen ‘Oy yakanlar’ dediğimiz bir kesim vardır ki ancak kendilerini seçim sonrasında belli ederler ve ‘Ee sen kime oy verdin?’ sorusuna ‘Ben yaktım yeaa, benim kafama göre kimse yok, politikacı değil mi hepsi aynı yeaa!’ gibi klişelerle cevap vererek insanda tokat atma hissi uyandırırlar.

Seçim günü ise yapılacak hiçbir şeyin artık kalmadığı gündür. Kararsız hala kararsız, faşist hala faşist, inadına küçük sağcı/solcu partim diyen hala öyle, sözün bittiği yer işte… Ama yine de güzel bir havası vardır seçim gününün; bayram sabahı havası olur genelde evde, sürekli ne zaman sandığa gitsek muhabbetleri yapılır, ‘Ay şimdi kalabalıktır, biraz daha bekleyelim’ diyenlerle ‘Gidip kullanalım bitsin gitsin’ diyenlerin sessiz ve sesli savaşı sürer gün boyunca. Seçim yasağından dolayı televizyonlar eski Türk filmleri ve dizi tekrarları gibi nostaljiler yaşatırlar insanlara… Sandığa gittiğinizde de, mahallenizde yaşayanlarla ilk defa yüz yüze gelirsiniz, ‘Demek ben bu topluluğun bir parçasıyım’ diye içinizden geçirirken, bir yandan da bir yurttaşlık sevinci yaşarsınız…

Ama o sevinç daim midir? Tabii ki değildir. Sandığına sahip çıkmak işte tam olarak bu yüzden önemli… Oyumuzu kullanıp döndükten sonra televizyon karşısında duyduğumuz her oy hırsızlığı haberi içimizi hoplatırken o pişmanlığı yaşamamak için, demokratik seçimlerin adil sonuçlarıyla yaşayabilmek için maalesef bizim ülkede yeni bir yurttaşlık görevi olarak bir de müşahitlik var ki önümüzde hala bir hafta varken gidip kendimizi kaydettirmeli, üstelik seçimi yerinden takip etmek bin kat daha eğlenceli…

Son olarak da, ey ‘Bu ülkede benim kafama göre parti yok yeaa’’ diyen insan. Çılgın mısın, meczup mu? Rica ediyorum, lütfen…