Seçmenin iradesi ve korku iklimine direnmek…
Fotoğraf: DepoPhotos

O. Suat Özçelebi - Siyasal İletişim Danışmanı, SİTA Polİtİk Danışmanlık A.Ş. Genel Müdürü

Günümüzde terör, toplumları belli amaç ve hedefler doğrultusunda yönlendirmek, paralize etmek için sıklıkla kullanılan kanlı bir aparat. Çoğunlukla büyük kitleleri suskunluk sarmalına sürüklemek en büyük hedefi. İnsani ve gerekli bir duygu olan korkuyu, çözümsüzlük, çaresizlikle besler; bir kriz boyutuna taşıyarak kitleleri istediği yöne çekmeye çalışır. Teröristlerin, terör örgütlerinin çok çeşitli taşeronları ve çoğunlukla farklı devletlerin istihbarat örgütleriyle de bağları var. Türkiye, bu aparatın çok uzun yıllardır çeşitli biçimlerde ve farklı yüzleriyle kullanıldığı, büyük bedeller ödeyen bir ülke konumundadır.

Özellikle siyasal hedeflerin, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman kaynağı belirsiz, kimi zaman da çok çeşitli kılıklara bürünerek gerçekleştirilmesi için, terörün yarattığı ortamın kitleler üzerindeki etkisi üzerinden çok çeşitli hesaplar yapılabilmektedir. Örneğin 2015 yılında Türkiye’de iki seçim arasında yoğunlaşan, ama ardından gerçekleşen 2017 referandumuna kadar da süren, büyük can kayıplarına yol açan terör eylemlerini bu içerikte değerlendirebiliriz.

Türkiye’de toplumun terör konusunda var olan acı hafızası, Taksim’de gerçekleşen 6 yurttaşımızın ölümü, 81 yurttaşımızın yaralanmasına yol açan son terör eylemiyle tekrar tazelendi. Hatta kitlesel korku, endişe ve yılgınlık hedefleyen bu eylem, toplumda o kadar geçmişi, belleği tetikledi ki suskunluk sarmalı yerine “sorgulayan”, arka planı görmek isteyen, kamu otoritesinin açıklamalarındaki tutarsızlıklara odaklanan, karanlık noktaları irdeleyen, kısaca demokrasiye sahip çıkan bir yaklaşıma yol açtı.

Toplum mesaj kirliliği ile suyu bulanıklaştırılan bir akvaryumun içinde olmadığını ilk saatlerden itibaren göstermeye başladı. Komploculukla zihni melekeleri çok uzun yıllardır felç edilmiş bir toplum için bu çok kolay bir şey değildi. Sosyal medyada bu duygularını daha açık dile getirirken, dezenformasyon ve olayın kanlı yüzünü toplumun gözüne sokarak korku yaratmaya çalışan kesimler de tabii iş başındaydı. Üstelik hem RTÜK’ten hem de BTK’den gelen medya’ya yayın yasağı ve internette “bant daraltılması” kararlarına rağmen toplumun sorgulayıcı tepkisi bu yasaklarla da engellenemeyerek sürdü.

Ayrıca yasak kararları kamu otoritesinin terör eylemi sonrası süreci yönetmekte içine düştüğü aczi de sergiledi. Çünkü asıl ve doğru kaynaklardan, ana akım medyadan bilgi olarak olan biten konusunda toplum doğru bilgi ve haber alabilecekken, ortam manipülatör ve spekülatörlere kaldı. Bu yasakların yine seçim süreci ile ilgili özellikle “sansür yasası” ile artan endişeleri de su yüze çıkardığını söylemek mümkün. Özellikle muhalif çevreler bu tür internet yasaklarının, sosyal medyada uygulanan sansürün seçim günü de uygulanabileceği, bunun provasının yapıldığı şeklinde haklı kaygılarını dile getirdiler.

Kim olursa olsun, terör stratejisinin temel hedefi, korku iklimi yaratarak siyasal, ekonomik, sosyal veya uluslararası çıkarlarını, amaçlarını gerçekleştirecek ortamı yaratmak, güvensizliği beslemek, korku iklimi yaratmaktır.

Korku iklimine direnmenin en başarılı yolu, hakikatin yanında duracak, onun üstünün örtülmesine karşı koyacak, güçlü bir toplumsal muhalefetin hızlı bir biçimde örgütlenmesidir. Burada siyasetçilere büyük iş düşmektedir, sadece uyanık olmak değil, zihinleri esir almaya çalışan propagandaya karşı hakikatin yanında her ne olursa olsun, ısrarla durmak konusunda irade göstermeleri gerekir. Yeni dünya düzenini, “dış/iç mihraklar diyerek” “cambaza bak” biçiminde gerçekleşen siyasal oyunları, algı yönetimi çabalarını doğru teşhis eden siyasal akıl ve duygu siyaseti, zihinsel köleleştirmenin önünde durarak demokratik toplumu savunabilir.

Önümüzdeki günler, seçime yaklaştıkça yine terörün yaratacağı korkuyu, umutsuzluğu farklı sebeplerle kullanmak isteyenler için çok elverişli bir alan sunuyor. Çağımız hakikatin önemsizleştirildiği, yalan ve aldatmanın sadece siyasal alanda değil tüm toplum sosyolojisini, katmanlarını kapsayacak biçimde yaygınlaştığı bir yüzyıl. 'Post truth' olarak kavramsallaştırılan bu yüzyıl, Daniel Boorstin’in söylediği gibi “hakikatin yerini inanılabilirliğin aldığı” bir çağdır. Siyasal toplumda da gerçek ve yalan arasındaki çizgi giderek incelmiştir. Hangisinin söyleneceğinin seçimi büyük oranda bir uygunluk meselesi olarak algılanmaktadır.* Buna karşı siyasetçilere düşen görev siyasal iknanın temel araçlarını kullanmaya girişmeden önce insanlar arasındaki bağların etkileşim gücüne, gerçeğin/dürüstlüğün bu bağları her şeyden fazla güçlendirdiğine inandıklarını göstermeleridir. Siyasal iletişim, samimiyetin hissedildiği bir ortamda doğru mesajları taşıyabilir ve insani bağlar ne kadar güçlü olursa, aldatılma duygusu ortadan kalkar, geleceğe, politik vaatlere inanç tazelenir.

Duverger, iktidarda bulunan insanların demokrasi kurallarını uygulamaya kararlı oldukları, bu iradeyi hiçbir koşula bağlamaksızın gösterdikleri takdirde, siyasi rejimin kaderini de belirleyeceklerini söyler. Türkiye’nin nasıl bir iklimle seçime gideceği, seçimi kazanmanın da kaybetmenin de eşit derecede geçerli olduğuna inanan bir iktidarla mümkün olduğu çok açıktır. Bugün muhalif tarafta yer alan yurttaşların büyük çoğunluğu, seçimin yapılıp yapılmayacağı, yapılırsa iktidarın kaybetmeyi sindirip sindirmeyeceği ya da “bir biçimde” seçimi kazanacağı kuşkuları içinde sandığı, adeta kaderini beklemektedir.

Dünyadaki tüm popülist otoriter iktidarlar gibi, AKP iktidarı da bu kuşku ve kaygıları besleyecek, rakiplerine karşı çok sayıda politik hamle yapmaktan geri durmayacaktır. Her şeyi kutuplaşma zemininde oluşturan iktidar, muhalefeti kriminalize eden, itibarsızlaştıran ve terör işbirlikçisi olarak suçlamaktan çekinmediği bir söylem üzerinden politik retoriğini inşa etmektedir. Ve bu dilin gerçeğin dili olup olmamasına asla aldırmamaktadır. Pragmatizmin hemen her siyasetine egemen olması, ahlaki ve adil duruş göstermesi gereken hemen hiçbir konuda bunu yapmayacağı önyargılarını doğrulamaktadır.

Örneğin “Türkiye Yüzyılı” iddiasıyla ortaya konulan programında, gelecek yüzyılı nasıl planladığını anlatırken kimlik, kutuplaştırma, inkâr, tahakküm ve nefret siyasetinin yerini nelerin alacağını saymaktan çekinmezken, 20 yıldır sanki bu ülkeyi başka bir iktidar yönetiyormuş ve bunlar başkasının döneminde Türkiye’ye egemen olmuş gibi konuşabilmektedir. Adeta yirmi yılın sonunda gelinen bir noktanın itirafı gibi.

O kadar ki yarattığı sahte evrende iktidar ve bileşenleri, gerçeği bırakın, kendi yarattığı sahtelikleri referans alacak, söylemin düzenini bunun üzerine inşa edecek kadar kendini kaybetmiş bir durumdadır.

İktidarın kendi tabanında çelişki, yalan ve güvensizliği her türlü pragmatizm ile yer değiştiren bir değer skalasına oturtması, hareket alanını genişletse de eski başarılı günlerine dönme arzusundaki “idealist” kitle ve yeni talepleri olan gençlerle taban tabana bir zıtlık da oluşturmaktadır. Sadece ekonomik sebeplerle değil, eski AKP’yi kaybettikleri, çelişkilerini sindiremediği için kopan seçmen, derinleşen ekonomik kriz kadar bu ağır pragmatizmle duygu dünyasında da baş edememektedir. Gençler gelecek vaat etmeyen, eğitim dahil kendi somut taleplerini karşılamaktan, gerçek sorunlarını dillendirmekten uzak bir siyasal yapıya kolay kolay ısınamamaktadır.

Değerler dünyasının bu kadar zarar gördüğü ve iktidarda kalma uğruna her şeyin denenebildiği ve meşruiyetinin sorgulanmadığı bu siyasal ortamda, korku duvarını aşmanın yolu, demokrasiyi tümüyle içselleştirmek, bunu başaran bütün siyasal parti ve sivil oluşumlarla dayanışma içinde, cesaretle çalışmaktır.

Raymond Williams’ın dediği gibi “dayanışma bize daha anlamlı bir varoluşun kapılarını aralayabilir.” Dayanışma içinde bir arada yürüme iradesini gösteren, gerçeğin izini her zaman sürmekte kararlı yurttaşlarıyla, Türkiye nereden gelirse gelsin terörün yaratmaya çalıştığı korku ve baskıya teslim olmayacaktır.

*Ralph Keyes, Hakikat sonrası Çağ, 2013, s.12-329