Victor Hugo, Sefiller’de sorar; “uygarlığın yeraltısı, daha derinde ve karanlıkta olduğu için, uygarlığın görünürdeki yüzünden daha mı az önemlidir? Hugo birini bilmeden diğerini bilmenin mümkün olmadığını söylese de, bu iki gerçekliğin birbirinden önemli ölçüde ayrıştırıldığını farkındadır. O yüzden iki tür tarihçiden söz eder Hugo; anlam ve fikir tarihçisi ve olaylar tarihçisi.
Olaylar tarihçisi kralların mücadelesi, prenslerin doğumu, soyluların evlilikleri, savaşlar, meclisler, büyük devlet adamları, gün ışında yapılan devrimler, görünür olanın tarihiyle ilgilenir.
Öte yandan, fikir ve anlamlar tarihçisi içeriyle alakalıdır; temellerle, çalışan, çile çeken, bekleyen insanlar, ağır yük altında ezilen kadınlar, acı çeken çocuklar, insanın insana açtığı savaşın sırları, önyargılar, yerleşmiş kötülükler, açlık, insan ruhunun gizli evrimi, yığınların muğlak titremeleri… bu tür bir tarih anlatımının konusudur.

Hugo’nun bu ayrımı doğruysa, günümüz Türkiye’si gelecekte nasıl yazılacak? Olaylar tarihi ve tarihçisi açısından yaklaşımın ne olacağı üç aşağı beş yukarı belli; böylesi bir tarihin merkezinde Erdoğan ve Sarayı olacaktır. Ardından Erdoğan Cemaat kapışması, Erdoğan’la Davutoğlu ya da Gül arasındaki strateji ve görüş farklılıkları, laik sisteme indirilen darbeler, Rüşvet ve yolsuzluk dosyaları, Rıza Sarraf, Çağlayanlar, TOKİ’ler, Ağaoğulları, milletin anasını belleyerek yükselen müteahhitler o tarihin önemli figürleri olarak anlatıda yerlerini birer birer alacaklar. Belli ki bu tarih yazımı saray tarihçilerinin işi olacak!
Esaslı soru şu; Saray tarihinin karşısına nasıl çıkılacak? Kuşkusuz karşı duran açısından malzemenin hiç de az olmadığı ortada. Sadece siyasal liderler değil söz konusu olan. Koskoca Gezi Direnişi, Kürt siyasal mücadelesi, akademisyenlerin gösterdiği büyük direnç, son günlerde gazetecilerin verdiği cesur deneyim Saray merkezli bir tarih anlatısının karşısına karşı anlatılar olarak konulabilir.
Bu tür bir karşı anlatı önemli olmakla birlikte, bu haliyle kaldığında Saray tarihinin mantığına sıkışması kaçınılmazdır. O yüzden muhalif tarih anlatısı bir başka tarih anlatımıyla, Hugo’nun sözünü ettiği ikinci tarihçilik anlayışıyla iç içe geçmelidir. Hugo’nu Sefiller romanında tam da bunu yapar; bir yanda görünenlerin, seçkinlerin, siyasi figürlerin mücadelesi, diğer tarafta Paris’in yeraltına, derinliklerine ve isimsiz binlerce figürüne işaret eden ve Paris’in kanalizasyonlarına kadar inen bir anlatı!
Bu tarih yazımı, Gezi’de arka sokaklarda tekmelenerek öldürülenleri, Güneydoğu’da bodrum katlara sıkışıp yaşamını yitirenleri, meydanlarda havaya uçurulan bedenleri, Suriçi ve onlarca yerleşmede zorunlu göçe zorlananları hesaba katan, görünür hale getiren bir anlatıyla gelmelidir.
Bir anlamda görünürde mücadele edenlerin tarihi yeraltının, bodrum katlarda yaşananların, tarihi ile bütünleştiği zaman Saray karşıtı bir tarih, anlatı ve mücadelenin önü açılacaktır.
Victor Hugo’nun Sefilleri’ni, onun altını çizdiği farklı tarih anlatılarını, kentin kanalizasyon sistemine kadar giden yeraltı vurgusunu birkaç gün önce internete düşen bir intihar videosu vesilesiyle düşündüm.
İstanbul Esenler’de sakin bir biçimde, araçların geçmediği bir anı gözetip, cadde ortasına gelen ve buradaki rögar kapağını açıp, hiç tereddüt göstermeden kanala atlayan Suriye’li göçmenin intihar ediş biçimi bir anda Sefiller romanını sayfalarca süren kanalizasyonlarla iç içe geçmiş “sefil” yaşamları düşündürdü.
Bu tarih başka türlü yazılmalı diye geçti aklımdan. Tam da Hugo’nun Sefiller’de yaptığı gibi. Öyle yazılmalı ki bu tarih; hem Saray, hem kanalizasyon sistemi içinde yitip giden bu isimsiz Suriyeli aynı gerçekliğin parçası olarak kavranmalı. Herkes bilmeli ait olmadığı topraklarda bedenini kanalizasyon çukuruna teslim eden bu insanın yaşadığı dramatik tükenişte büyük sorumluluğu olanları!