Aldırışsız ve kötü bir dünyada, birbirimizin acılarına ortak olmak mümkün müdür? Egoların birbirinden keskin sınırlarla ayrıldığı ve hayatta kalmanın yegâne amaç olarak görüldüğü bu zamanda, bir başkasına şefkat duyabilir miyiz?

Şefkat

Bir süredir Felsefe öğrencileri ile edebiyat dersi yapıyorum. Onlar da ben de bu dersi seviyoruz. Yani ben seviyorum. Onlar da fena görünmüyor. (Bir tanesi sürekli uyuyor ama bunu üzerime almamam gerektiğini söyledi. Biri de arada elma yiyor. Sanıyorum bu da kişisel bir şey değil.)

Dersin birinci dönemi ağırlıklı olarak Antik Yunan Felsefesi. İkinci dönemi ise, Aydınlanma ve modernlik temaları üzerinden ilerliyor. Bu dönemin yıldızı Almanlar olduğu için bolca onlarla uğraşıyoruz. İkinci dönemin en sevilmeyen adamı hemen her zaman Schopenhauer olur. Neden böyledir bilmiyorum. Belki de çocuklar onun aksi bir adam olduğunu bildikleri için. Ya da Hegel gibi ucunda ışık görünen bir tünel vaat eden bir felsefeciden sonra, Schopenhauer’in anlattığı dünya onlara fazlaca karanlık geldiği için.

Sonuçta Schopenhauer sevilmez. Zamanında da sevilmemiştir. Bilen bilir, felsefe dünyasının en büyük geyiklerinden biri Schopenhauer’in 1820’de Berlin  Üniversitesi’nde çalışırken, derslerini ısrarla Hegel’inkilerle aynı saate koyduğu ama Hegel’in sınıfları dolup taşarken onu dinlemeye yalnızca beş (sayıyla 5) kişinin geldiğidir.

Bunda şaşılacak pek bir şey yoktur. Schopenhauer karanlık bir dünyanın peygamberidir. Kör ve aldırışsız bir irade tarafından idare edilen bir hayatı anlatır. Bu yaşantının temelinde acı ve çatışma vardır. Üstelik, Hegel’in iddia ettiğinin aksine, bu çatışmanın sonunda bir anlam vaadi de yoktur. İnsan, kendini medeniyet ve yüksek ideallerle ne kadar kandırırsa kandırsın, sonuçta diğer bütün canlılar gibi hayatta kalma güdüsüyle hareket eden acınası bir varlıktır, der Schopenhauer.

Öğrenciler genellikle bunu duymaktan hoşlanmazlar. Özgür iradenin olduğu bir dünyanın hikâyesini dinlemek isterler. İşleyişini değiştirmenin mümkün olmadığı karanlık bir dünyada sıkışıp kaldığımızı düşünmek onlara dayanılmaz gelir. Haklıdırlar da. Hepimiz bir noktada bütün bu acıların bir anlamı olması gerektiğini düşünürüz. En azından bunlardan bir şeyler öğrenebileceğimiz fikriyle oyalanmak isteriz.

Ancak bu sene acayip bir şey oldu. Her zaman üvey evlat gibi bir kenara atılan Schopenhauer bu seneki tartışmaların yıldızı haline geldi. Bunun nedeni de, bu büyük filozofun ahlak felsefesinin temeli olan şefkat (Mitleid) kavramıydı. (Bunu belki de “duygudaşlık” diye çevirmek gerekir. Ama bu kavramı Türkçede en çok şefkate yakın buluyorum.)

Schopenhauer, yukarıda anlattığım karanlık dünyanın üzerindeki örtüyü kaldırıp onun ötesine geçmenin yollarından biri olarak, başkasının acısını tanımak anlamına gelebilecek bu kavramı önerir. Bu acımak ya da merhamet değildir. Çünkü acıma hissi, taraflardan birinin kendini ötekinden daha yüksek bir yere koyduğu bir iktidar ilişkisini ima eder. Sevgi de değildir. Çünkü, Schopenhauer’e göre, sevginin temelinde de bencilce bir yönelim yatar. Karşımızdakini değil, ondaki görüntümüzü severiz aslında. Vicdan hiç değildir. Çünkü birçok insanın vicdandan anladığı şeyin, “beşte biri toplum korkusu, beşte biri Tanrı korkusu, beşte biri önyargı, beşte biri kibir, beşte biri de alışkanlıktır.”

Şefkat bunların hiçbiri değildir. Peki ama nedir? Öğrencilerin iki haftadır bana derslerde, ofis saatlerinde ve beni yakaladıkları her boş zamanda sorduğu soru da budur.

Schopenhauer’in tanımladığı şekilde şefkat ya da duygudaşlık, anlık da olsa bizi Ego’nun sınırlarının dışına çıkaran ve “öteki”nin varlığını tanımaya açan şeydir. Başka bir canlıya şefkat duyduğumuz anda onun da bizimki gibi sonuçsuz bir mücadelenin içinde olduğunu sezeriz. O zaman sadece hayatta kalma güdüsüyle davranan bir birey olmaktan çıkarız, ahlaki bir varlık haline geliriz. Ahlak, bu özelliği açısından, akla ya da tanrısal buyruklara dayalı değildir. Aksine, her canlının acı içinde yaşam mücadelesi verdiğine dair farkındalığa dayalıdır. Bu farkındalık da sezgisel bir şeydir. Acı çeken bir canlıya bakarız. Ve onun acısını içimizde duyarız. Aramızda bir fark kalmamıştır artık. Öteki’nin tanımı budur. O da bizimle aynı kaderi paylaşan bir canlıdır.

O zaman yapılacak şey zaten büyük felaketlerle dolu bu karanlık dünyada, başkalarının acılarının farkında olmak, onları azaltmaya çalışmak, ya da en azından artırmamak için çaba göstermektir.

Ben de elimden geldiğince bunları anlattım öğrencilere. Bir yandan da bu kavramın üzerinde bu kadar durmalarının sebebini düşünüp durdum. Geçen hafta bunun cevabı hiç beklenmedik bir yerden geldi. Yalova Valisi Selim Cebiroğlu’nun hakaret ederek sınıftan çıkardığı matematik öğretmeni Serkan Öz, kendisi için düzenlenen ‘öğretmene saygı yürüyüşü’nde kalp krizi geçirerek öldü. Bunun üzerine, sosyal medyada üzüntüsünü dile getiren insanlara karşı bir dolu saçma sapan mesaj yazıldı, akıl almaz sözler sarf edildi.

Bu ülkenin bir öğretmeninin (hem de öğrencileri tarafından bu kadar çok sevilen birinin) böyle talihsiz ve haksız bir şekilde hayatını kaybetmesi karşısında bazılarının sergilediği zalim tavır beni hem öfkelendirdi hem de kaygılandırdı. Başkasının acısına bu kadar kayıtsız kalabilen, hatta ondan kendine bir haz çıkaran bu insanlar arasında nasıl yaşanırdı? Bunu düşünürken, öğrencilerimin sorusunun altında benzer bir kaygının olduğunu fark ettim. Bana her seferinde aynı şeyi söylüyorlardı aslında.

Aldırışsız ve kötü bir dünyada, birbirimizin acılarına ortak olmak mümkün müdür? Egoların birbirinden keskin sınırlarla ayrıldığı ve hayatta kalmanın yegâne amaç olarak görüldüğü bu zamanda, bir başkasına şefkat duyabilir miyiz? Onun acılarıyla bir duygudaşlık taşıyabilir miyiz?

Schopenhauer’e kalırsa, tam da bunu yapmamız gerekir. Çünkü bizi kıskıvrak bağlayan bencillikten dışarı çıkmanın yolu budur. Ahlaklı ve düzgün bir insan olmanın da.

Serkan Hoca’nın arkasında iyi bir miras bıraktığından kimsenin şüphesi olmasın. Geride kalan öğrencilerinin yazdıklarını okudukça gözlerim doluyor. Keşke hâlâ aramızda olsa ve bu çocuklara daha önce hiç duymadıkları şeyleri anlatmaya devam etseydi. Şimdi burada olsa, belki o da aynı şeyi söylecekti: Bütün bu kötülük şefkatsizlikten değil mi?